diyet

  • En son Kopenhag'da 3 sene önce gittiğim Kuzey Ülkeleri Beslenme Konferansına (Nordic Nutrition Conference) bu sene Helsinki'de katıldım. Konferanstan öğrendiklerimi özet halinde kısaca sizlere bildirmek istiyorum. Ama ilk olarak benim için en can alıcı yerinden başlamak istiyorum. Bu yazıyı özellikle ufak çocukları olanların okumalarını tavsiye ediyorum.

    Konferansın son günü beslenme bozuklukları üzerine olan 200 kişilik yatılı bir merkeze gittik. Sadece  hastaların dördü erkek, diğerleri hep kadındı. Genelde kadınlarda yeme bozuklukları daha sık görülüyormuş. 

    Bu merkezin açılma sebebi, hastanelerin bu tip hastaları iyileştirmede yetersiz kalmalarındandır. Özellikle anoreksik olanlar hiçbir şekilde tam anlamıyla psikolojik olarak iyileşemediklerinden, hastanede kendilerine damar yolundan verilen besinler sadece kilo almalarına yarıyor, ama zihinlerini değiştirmelerinde yardımcı olamıyor. Wikipedia'da anoreksiya nervoza rahatsızlığı için şöyle bir açıklama yapılmaktadır: 'Özellikle genç kadınlarda görülebilen, yemek yememek, çok az uyumak, buna rağmen çok aktif olmakla beliren psikolojik bozukluk.'

    Hastalar, merkezde iyileşebilmek için ortalama üç sene kalıyorlar. İlk bir sene dışarı çıkma izinleri yok denecek kadar az oluyor, çünkü dış dünyaya açıldıklarında eğer tam anlamıyla kendilerini hazır hissetmezlerse hastalıkları başladıkları noktalara geri dönebiliyor. Bu hastalığın tam anlamıyla nasıl olduğunu, ilerlediğini ve kişide ne gibi hasarlar bıraktığını anlayabilmemiz için 10'ar kişilik gruplara ayrıldık. Her grup için iki tane anoreksik olan kişi bizlerle hastalıklarını, neler yaşadıklarını ve hissettiklerini paylaştılar. İşte o anda bugüne kadar hep kilo sorunu olan kişilerle ilgilenen ve o tarz yerlerde çalışan ben, ilk defa gerçek hayatta anoreksik bir kişinin ağzından birebir neler yaşadığını duyuyordum. Adı Martta'ydı. O konuştukça benim gözlerim doldu. Nasıl yani? Nasıl olabilir böyle bir şey? dedim.

    Martta beş yaşındayken doktora gidiyor. Doktor, annesine dönüp 'Kızınızın biraz kilo vermesi gerek' diyor. Kötü niyet yok tabii, kim der ki doktor böyle dedi diye bir çocuk anoreksik olacak? Ama Martta çok hassas bir çocuk. O andan itibaren hep aynanın önüne geçip karnına bakıyor: 'Karnım çok büyük, ufalmalı' diyor kendi kendine. Daha sadece beş yaşında! Sonra normal yediğinden az yemeye başlıyor kendince. 8 yaşındayken ailecek bir tatile gidiyorlar. Eve döndüklerinde Martta'yı tartıya çıkarıyorlar. Martta tatilde iki kilo almış. O akşam ailesi pizza yerken o sadece havuç yiyor. Sonra Martta kendine söz veriyor: 'Ben artık hiç çikolata, dondurma gibi tatlıları tüketmeyeceğim.' Eve bu tip gıdalar alınırsa kıyameti koparıyor. 8 yaşından itibaren bir daha hayatında ağzına bunları koymuyor. Ailesi ilk seviniyor: 'Ne güzel, dikkat ediyor' diye. Nereden bilebilirdiler ki Martta anoreksik olma yolunda?

    Okulda ve diğer aktivitelerde çok başarılı olan Martta tam bir mükemmelliyetçiydi. Her şey ama her şey vücudu dahil olmak üzere mükemmel, kusursuz olmalıydı. Gittikçe daha da az yemeye başlıyor Martta. Sonra yatmak dışında oturamaz oluyor. Televizyonu ayakta izliyor, kitaplarını ayakta okuyor, çünkü oturursa pişmanlık duyuyor. Hareketsiz kalmak ona kilo aldırıyor diyor içindeki anoreksik Martta. Yedikleri o kadar azalıyor ki 10 yaşında hastaneye yatıyor. Orada zorla besliyorlar ama çıkınca yine yememeye başlıyor. En son tekrar hastaneye yattığında 15 yaşında. Boğazından boru geçirerek beslemeye başlıyorlar. Borular boğazını o kadar acıtıyor ki, borulardan kurtulmak için zorla yemek yemeyi kabul ediyor. Hastaneden çıkar çıkmaz tekrar yemeyi kesiyor. Günde 20 kez 30 kez tartılmaya başlıyor. En sonunda 16 yaşında okuldan ayrılıp bu merkeze gelip yatıyor, çünkü kim ne derse desin o kendini hep ŞİŞMANgörüyor.

    Martta içinde iki kişilik olduğunu söylüyor. Ona hiçbir şey yememesi gerektiğini söyleyen 'anoreksik Martta' ve onunla savaş veren, esasında yemenin çok normal olduğunu söyleyen Martta. 24 saat bu çatışmanın ne kadar yorucu olduğunu, bir kere içinize bu anoreksik Martta girdi mi çıkmasının ne kadar zor olduğunu söylüyor. Birisi ona saçın çok güzel olmuş dediğinde ya da başka bir komplimanda bulunduğunda, anoreksik Martta diyor ki: 'Hımmm, demek kilo aldım, onu söylememek için böyle söylüyorlar.' 'Anoreksik Martta'nın' her söylenene bir cevabı ve yememesi için hep nedenleri var.

    Bu merkezde hastalar tartıya çıktıklarında kaç kilo olduklarını sadece hemşireler görüyor, çünkü tartı onlar için bir kabus. Martta, üç ay sonra ilk defa ailesini ziyarete eve gittiğinde tartıyı arıyor ama bulamıyor. Aile bu sefer hazırlıklı, tartıyı saklıyorlar. Martta sadece merkezde yapılan yemeklere güveniyor. Dışarıda başka hiçbir yerde yemek istemiyor. Aile, merkezden liste alıyor ve yemekler ona göre yapılıyor. Martta tatilden sonra merkeze geri dönüyor. Daha henüz okula dönmeye ve dışarıdaki hayata hazır olmadığını görüyor. 'Bu öyle bir hastalık ki her yere her an taşıyorsunuz ve bir kere içinize girdi mi çıkması imkansız oluyor.' diyor.

    Merkez yetkilisine soruyorum: 'Ortalama ne kadar süre kalıyor gelen hastalar?' Cevabı üç sene kadar oluyor ve merkezden ayrıldıktan sonra hastaların takiplerinin zor olduğundan, iyileştirme başarılarının ne kadar yüksek olduğunu bilmiyor. Hastaların çıkarken iyi hissettiklerini, belirli bir kiloya eriştiklerini ve bayanlarda regli durumunun düzene girdiğini belirtiyor. Fakat anoreksiyanın en ufacık bir sözle, yaşanan olayla tekrar harekete geçebileceğini sözlerine ekliyor. Genelde anoreksik olan kişilerin çok hassas, kırılgan ve mükemmelliyetçi bir yanları olduğunu söylüyor. Onların iyileşmesinde, merkezde psikiyatrist, hemşire, beslenme ve spor uzmanlarının uyumlu bir ekip oluşturması çok önemli rol oynuyor. Eğer etrafınızda anoreksik bir kişi tanıyorsanız, lütfen sadece hastaneye yatırmakla yetinmeyin. Onun iyi bir psikiyatriste, iyi bir beslenme uzmanına ve aynı zamanda da çok iyi bir spor eğitmenine ihtiyacı olduğunu muhakkak göz önünde tutun.

    Martta'yla fotoğraf çektirmeye çekiniyorum. Onu rahatsız etmekten korkuyorum. Ama hayatında ilk defa böyle bir konuşma yapacağını söylediği anneannesi ondan bir grup fotoğrafı istiyor. Onun kamerasında çekiliyor. Rica ediyorum: 'Martta fotoğrafı bana e-mail atar mısın?' diye soruyorum. O da 'Evet' diyor. Gelmez diye beklemediğim resim geliyor. Yazının sonunda görebilirsiniz. (Benim yanımda inci kolyeli olan kişi Martta) Oradan ayrılmadan bana 'Lütfen başkalarına bu konuyla ilgili yardımda bulun. Bu çok zor bir hastalık' diyor. Hep obezite ile ilgilenen 'ben' için yeni bir ufuk, yeni bir kapı aralanıyor. İşte bu andan sonra 'İyi ki gelmişim bu konferansa' diyorum. Sadece bu konuşma nelere bedeldi benim için...

    Konferansta başka neler konuşuldu?

    • Dietia (Diyet) kelimesinin Yunan orijinli olduğu ve yaşam tarzı anlamına geldiği. Yani diyete kısa dönemli bakmak yerine kelimenin hakkını vererek onu yaşam tarzı haline getirmemiz gerektiği.
    • Tabaklarımızda sadece yemek yemediğimizi, aynı zamanda birçok duygularımızı da yediğimizi.
    • 1797 yılında Dr. John Rollo'nun 2 diyabet hastasını düşük karbonhidratlı diyetle iyileştirdiği.
    • 1863 senesinde William Banting halka yaptığı duyurusunda kiloyu kontrol etmek için ekmek, tereyağı, patates, süt, şeker ve biradan vazgeçmeleri gerektiğini belirtmesi. Bu verilerden yola çıkarak esasında 'diyet'in yüzyıllardır bizimle olduğu Sealed
    • En iyi kilo verme yolunun yüksek protein ve düşük glisemik indeksli yiyeceklerin beraber tüketildiği bir diyet izlenerek gerçekleştiği ve başlı başına düşük indeksli gıdaların hiçbir şey ifade etmediklerini. Fakat sonuçta tüm dışarıda önerilen Atkins diyeti, İsveç diyeti, Ducan diyeti vs diyetlerin esasında ortak yönünün toplam günlük alınan kaloriyi düşürmekten geçtiği, yani hiçbirinin mucizevi bir durum yaratmadığı. Yüksek proteinli gıdalar daha tok tuttuğu için bu tip bir diyeti takip etmenin daha kolay olduğundan insanların bu tarz diyetlere yöneldiği. 
    • Ortalama yaşın 90 olduğu 200 kişilik bir huzur evinde Finlandiya'da yapılan klinik araştırmaya göre: 1. Yaşlılarda fiziksel aktivitenin artırılması 2. 60 yaşından itibaren herkesin günlük 20 mikrogram D vitamini alması  3. Ayda bir kilo kontrolü yapılmasının şart olduğu 4. Özellikle protein alımına dikkat edilmesi 5. Lif, vitamin ve mineraller için kan tahlili alınıp aralıklı zamanlarda kontrol edilmesi 6. Farklı yaş gruplarının farklı beslenme ihtiyaçları olduğunun göz önünde tutulması 7. Yaşlılıkta kadınlarda erkeklere oranla yüzde 30 daha fazla kas kaybının meydana geldiği, bundan dolayı bilhassa kadınların kas ağırlıklı spor yapmaları gerektiği ortaya çıkmıştır.
    • Diyetlerde fosfor tüketimi çoğalırken kalsiyumun azaldığının gözlemlendiği ve bunun da kemiklere zarar verdiği.
    • Katkı maddesi olarak fosfat birçok gıdada kullanıldığından farkında olmadan fosfor oranının kalsiyuma göre yüksek kaldığı; bundan dolayı fosfat içeren gıdalardan uzak kalmamızın faydalı olacağını.
    • Yüksek fosfatın böbreklerde hasara yol açtığını ve hiperparatiroid rahatsızlığı oluşabileceğini, aynı zamanda kalp ve damar hastalıkları riskini yükselttiğini.
    • 1985'te dünyada sadece 30 milyon diyabetli varken 2010'da bu sayının 285 milyona yükseldiğini ve bu hızla giderse 2030'ta bu sayının 438 milyonu bulacağını. 
    • İkinci tip diyabet için risk faktörleri: 1. karın bölgesinin kilolu olması 2. Hareketsizlik 3. Yağ ve doymuş yağ oranının yüksek olduğu bir diyet 4. Düşük lifli gıdaların tüketilmesi 5. Az kilolu ve ufak doğan çocuklar 6. Genetik faktörler
    • Her ne kadar genetik faktörler ikinci tip diyabetin oluşmasında risk faktörü oluşmasında risk faktörü yaratsa da, eğer yaşam ve beslenme tarzında doğru bir şekilde farklılık yaratılırsa bu riskin yüzde yüz önüne geçilebilir olması. LÜTFEN GENLERİMİZİN ARKASINA SAKLANMAYALIM!!!
    • İkinci tip diyabet olanlar neler yapmalılar: 1. Toplam kiloda en az yüzde 7'lik bir düşüş sağlanmalı 2. Haftada en az 150 dakikalık spor yapılmalı 3. Toplam yağ oranı günlük kalorinin yüzde 25'ini geçmemeli 4. Kaloride kısıtlanmaya gidilmeli 5. Tek kişilik danışmanlık alınmalı 6. Sebze ve az miktarda meyve ağırlıklı bir beslenme düzeni takip edilmeli 7. Yüksek lifli gıdalar tüketilmeli 8. Şeker ve beyaz unlu gıdalar ciddi oranda diyetten çıkarılmalı
    • Sigara içen annelerin çocuklarında daha fazla alerjinin gözlenmesi
    • Yapılan klinik bir çalışmada frenk üzümü çekirdeği yağının hamilelik ve emzirme sırasında kullanıldığında çocuklarda yüzde 30 daha az alerji görülmesi ama bu konuyla ilgili çalışmaların henüz yetersiz kalması.
    • 20 seneden beri kedi-köpek ve bu tip hayvanların olduğu ortamların alerjiye yol açtığı ve özellikle hamilelik esnasında bu tarz yerlerden uzakta kalınması gerektiği belirtilirken, şimdi tam tersinin kanıtlandığı klinik çalışmaların ortaya çıktığı. 
    • Hamilelikte D ve E vitaminlerinin az olmasının alerji riskini yükselttiği.
    • Çölyak hastalığının kısırlığa yol açabileceği.
    • Çölyak hastalarının yulafı tolere edebildikleri.
    • Glütene duyarlılığın, henüz kan yoluyla yapılan gıda intolerans testlerinde kanıtlanamadığını. Bunun için muhakkak ince bağırsaklardan parça alınıp biyopsi yapılması gerektiği. En azından şu an için insanların gıda intolerans testlerine körü körüne inanmamaları gerektiği.
    • Vücut kitle indeksi normal değerlerin (BMI) toplumlara göre değiştiği. Japonlar'ın BMI oranı 21'den az olduklarında kendilerini çok daha iyi hissettikleri. Bundan dolayı genelleme yapmamak gerektiği.
    • Obezite = yiyecek + çevre + davranış/tutum + genler
    • Protein tüketildiği zaman GLP-1 adlı tokluk hormonunun üretildiği ve bundan dolayı daha tok hissedildiği.
    • Karbonhidrat tüketildiği zaman ghrelin adlı açlık hormonunun bastırıldığı, fakat protein yenilene kadar tokluk hissinin tam anlamıyla gelmediği.
    • 2030 senesinde yemek yerine daha fazla yiyecek hapları yapılmasının planlandığı.
    • Hatta yiyecek haplarını basan bir yazıcı olabileceğini, kişi o gün fasulye yemek istiyorsa, o tuşa basıp onun hapını çıkartabileceği. (Aman Allahım oysa yemek yemek ne kadar büyük bir keyif. Böyle bir şeyi zaten olsa olsa sadece İskandinav ülkeleri düşünebilir Sealed)
    • Eskiden Amerikan Diyetisyenler Birliği'nin konferanslarında aşırı kilolu diyetisyenler olurdu, ama artık İskandinav ülkelerinde de aynı noktaya gelindiğini çok üzülerek belirtmek istiyorum.
  • En son Şubat 2013'te Kaliforniya'da gitmiş olduğum Uluslararası Vejetaryen Beslenme Kongresi'nden öğrendiklerimi sizlerle özet olarak paylaşmak istiyorum. Her gün 20'den fazla konuşmacı/araştırmacı vejetaryen beslenme üzerine olan değişik klinik çalışmalarından bahsettiler. NELER ÖĞRENDİM?

    • Vejetaryen olmaya karar vermeden önce çok sıkı bir hazırlık yapılması ve bu konuyla ilgili yeterli bilgi sahibi olunması gerektiği.
    • Vejetaryen olmaya karar verip ama konuyla ilgili yeterli derecede bilgisi olmayanlarda karbonhidratlı gıdalara saldırı durumunun çok sık görüldüğü.
    • En fazla B12 vitamini eksikliğinin görüldüğü ve bunun dışarıdan takviye olarak alınması gerektiği. Hayvansal gıdaların dışında bu vitaminin başka yollardan sağlanamadığı. Ama konferansta yer alan Hintli bir profesöre göre vejetaryen ağırlıklı beslenen Hindistan'da B12 vitamini eksikliğinin çok fazla görülmediği, muhtemelen bunu yüzyıllardır tükettikleri baharatlardan çeşitli yollarla aldıkları ve genlerinin ona göre bu duruma alıştığının söz konusu olduğu. Bazen bilimin bile açıklayamadığı durumların ortaya çıkabileceği Smile
    • Vejetaryenlerin et yiyenlere göre daha sağlıklı olduğu, bu kişilerde diyabet ve kanserin vejetaryen olmayanlara göre çok daha az görüldüğü.
    • Vejetaryen beslenmenin tüm dünyada daha çok yaygınlaştığı. Eskiden uçaklarda vejetaryen menü istediğinizde önünüze yanınızdaki tabağın aynısının etsiz versiyonu konulurken, bugün artık özel menülerin hazırlandığı.
    • Etçil olup sonradan vegan olanların bir süre sonra bağışıklık sistemlerinin aniden çöktükleri ve tekrardan hayvansal gıdalar tüketmeye başlayanların oranlarının hiç te küçümsenmeyecek kadar az olduklarını
    • Konuşmacılardan veganların bile vegan olmayı önermediklerini çünkü uygulamasının çok zor olduğunu ve vücudun birçok vitamin ve mineralden eksik kaldığını.
    • Obezite oranının vejetaryen olmayanlarda çok daha yüksek olduğu.
    • Safrakesesi taşı riskinin obezlerde daha fazla olduğu.
    • Et tüketenlerde, katarak riskinin vejetaryenlara ya da sadece et yemeyenlere oranla çok daha yüksek olduğu. Veganlarda ise bu riskin en düşük oranda olduğu.
    • Düzenli balık tüketenlerde Omega-3'ten dolayı (DHA) daha az Alzheimer rahatsızlığının görüldüğü.
    • DHA'nın (Docosahexaenoic acid) balık dışında yosunda da fazla miktarda görüldüğü.
    • DHA tüketimi Akdeniz tipi diyette diğer diyetlere göre daha fazla olduğundan bunama riskini azalttığı. Fakat bu diyet egzersiz ile birleştirildiğinde bunama riskinin düşmesi konusunda çok daha iyi sonuçları alındığı.
    • Keten tohumu yağının beyin sağlığına iyi geldiği.

    • Vejeteryan diyetlerde kalsiyum, B12 ve D vitamini, çinko ve B3 yağ asitlerinin eksik kaldığı, bunlara dikkat edilmesi gerektiği.
    • Diyetinde düşük miktarda protein tüketenlerde en fazla kemik kaybının görüldüğü.
    • Balıkların içerdiği cıvadan dolayı zararlı olduğunu düşünüyorsak yanıldığımızı çünkü yararının zararından çok daha büyük olduğu ve balık yemeye devam etmemiz gerektiği.
    • Balıkta balık yağına oranla çok daha fazla D vitamini olduğu.
    • İçerdiği yüksek asit ve potasyumdan dolayı ne kadar çok kola içersek vücutta o kadar az kemik yoğunluğu olacağı.
    • Veganlarda yüksek tansiyonun çok daha az görüldüğü.
    • Tiroid hormonlarından T3 ve T4'ün üretilebilmesi için günlük en az 70 mikrogram iyot almamız gerektiği.
    • En önemli iyot kaynakları: süt ürünleri, yumurta, deniz mahsulleri ve iyotlu tuz.
    • Veganların idrarlarında düşük oranda iyot değerliği saptanıldığı.
    • Vücut kitle indeksi: Veganlarda - 23.6, Lakto-ovo vejetaryenlerde - 25.7, Pesko-vejetaryenlerde - 26.3, Semi-vejetaryenlerde - 27.3, vejetaryen olmayanlarda - 28.8.
    • Vejetaryenlerde yüksek kolesterol ve insülin direncinin daha az görüldüğü.
    • Çerezlerin (ceviz, fındık, badem vs) açlığı bastırmakta etkili oldukları, yeme isteğini azalttıkları ve doygunluk hissi verdikleri. Aynı zamanda kalp rahatsızlıklarına karşı önleyici olacabilecekleri.
    • Asya ve ABD prostat kanseri oranları karşılaştırıldıklarında: Çinliler'de ölüm oranı %1, Çinli-Amerikalılarda %8.9, Beyaz Amerikalılar'da %27.
    • 1 bardak inek sütünde 96mg emilebilir kalsiyum bulunduğu ama aynı oranı 1-1/2 bardak lahanadan veya 2 bardak brokoliden de temin edebileceğimizi. İlla süt içmemiz gerekmediği.
    • Meme kanserinin Japonya'da yaşayan kadınlarda çok düşük fakat Amerika'da yaşayan 3. jenerasyon Japon-Amerikalılar'da çok yüksek olduğu. Buradan yola çıkarak yaşam tarzının çok önemli olduğu ve sadece genlerimizin bize miras kalmadığını, aynı zamanda yaşam biçimimizin de miras kaldığı.
    • Asit oranı düşük olduğundan (%0.8'den yüksek değil ise) en iyi zeytinyağının ekstra sızma zeytinyağı olduğu.
    • Chia tohumlarının (henüz Türkiye'de yok) ne kadar faydalı olduğu. Demir, kalsiyum, potasyum, magnezyum ve lif oranlarının çok yüksek olup, keten tohumundan çok daha fazla Omega-3 içerdiği.
    • Zerdeçal, tarçın ve boyotu baharatlarının kan şekerini düşürmekte etkili olduğu.
    • BAHARAT isminin nereden geldiğini biliyor musunuz? Ben bilmiyordum, konuşmacı bir profesör sayesinde öğrendim. Baharatlarla ilgili konuşma yapan kişinin ismi Dr. Bharat B. Aggarwal'dı. "İsmi Baharat ve baharatlarla ilgili konuşacak diye içimden geçirdim" Sunumundaki ilk resim Türkiye'de bir baharatçının önünde çekilmiş resmiydi. Geçen sene Türkiye'ye gelene kadar o da isminin baharat anlamına geldiğini bilmiyormuş. Mısır çarşısına gidip her yerde baharat yazdığını görünce dayanamayıp sormuş. Konferans sonrası konuştuğumuzda Hindistan'ın eski isminin Baharat olduğunu ve muhtemelen biz oradan tüm bu baharatları getirirken oraya ait olduğunu belirtmek için baharat ismini vermişiz Sealed
    Vejetaryen: Et veya diğer hayvansal gıdaları dinsel ya da kişisel sebeplerden dolayı tüketmeyen kişi. Bu kişiler genelde veganlara göre daha esnek olup süt ürünleri ve yumurta tüketebilirler.
    Vegan:Tüm hayvansal gıda içeren besinleri tüketmeyen kişi. En katı grup.
    Lakto: vejetaryen - Yumurta tüketmeyen ama diğer süt ürünlerini kullanan kişi.
    Ovo-vejetaryen: Yumurta tüketen fakat süt ürünlerini tüketmeyen kişi.
    Lakto-ovo-vejetaryen: Yumurta ve süt ürünlerini tüketen ama diğer hayvansal gıdaları tüketmeyen kişi.
    Semi-vejetaryen: Genellikle vejeteryan ağırlıklı yiyen ama ara sıra hayvansal gıdalar tüketen kişi.
    Pesca-vejetaryen: Balık dışında diğer et ürünlerini tüketmeyen kişi.
    Her sene vejetaryen sınıfına farklı kategoriler eklenebiliyor.
     
  • Buranın en güzel kısmı bence öğlen 14:00 civarı bizi dağlara tırmanmaya götürmeleriydi. Temiz bol oksijenli havada iki saat hareket ediyorduk. A’dan D’ye kadar 4 ayrı seviye vardı, en ağırlar D grubuna, en hızlı olanlarda A’ya katılıyordu. Her grubun başında deneyimli bir eğitmen bulunuyordu. Gün içinde de istersek çeşitli egzersiz derslerine katılabiliyorduk.

    Yemekte iki alternatifimiz vardı, ya belli kaloride vejetaryen menüden alabilirdik, ya da “fasting” (sadece sıvı tüketme) yapabilirdik. Esasında oradaki tüm doktorlar sistemin temizlenmesi ve daha hızlı kilo verebilmemiz için “fasting” yapmamız taraftarıydı. Hepimiz ilk dört günden sonra fasting’e başladık. Ben zaten 4 günde 1200 kalorilik yemek yiyerek hemen 3 kilo vermiştim. Fasting’de sabah sıcak bir bitki çayını odaya getiriyorlardı. Öğlen ufacık bir kasede sebze çorbası, akşam yine aynı şekilde sebze çorbası vardı. 

    Geceleri burada vakit çok zor geçiyordu. Akşam 18:00’de çorbamızı içtikten sonra yapacak hiçbir şey olmuyordu. Bazı geceler ufak konserler ve yemek yapma dersleri dışında başka aktivite yoktu. Az yediğimiz için uykuya dalmamız da zor oluyordu

    Burada kilo vermenin yanı sıra sağlınızı da geri kazanıyorsunuz.

  • Çimen suyu dediğimiz şey buğday suyudur. Ufak tepsilere ekilen buğday tohumları aşağı yukarı 15-20cm uzadıktan sonra kesilir ve suyu çıkarılarak içilir. 

    Çimen suyu, tepsisinden taze, kesilir kesilmez içildiğinden klorofil yoğunluğu inanılmaz derecede yüksektir. Bitkilerin çoğunda bulunan klorofil güneşten gelen enerjidir, ve biz çimen suyunu içerek direk bu enerjiyi kendi hücrelerimize veririz. Klorofilin içinde yüksek miktarda vitaminler, mineraller ve protein bulunur. Klorofili esasında bitkinin kanı olarak ta adlandırabiliriz, çünkü klorofil olmadan birçok bitki hayatta kalamaz. Klorofil tüm hücreleri kuvvetlendirdiği gibi aynı zamanda karaciğeri ve kanı temizleme gibi bir özelliğe de sahiptir. Çimen suyunda likit oksijen bulunur. Bu oksijen, gıdaların daha iyi metabolize olmasını ve daha net ve açık düşünmeyi sağlar, çünkü beyin sağlıklı fonksiyon gösterebilmek için vücuttaki oksijenin yüzde 25’ini kullanır. 
    Günde iki kahve fincanı kadar çimen suyu tükettiğinizde günlük ihtiyacınız olan A,C,E ve B-vitaminlerinden almış olursunuz. Tüm bunların yanı sıra vücudun kalsiyum, demir, sodyum, potasyum ve magnezyum ihtiyaçlarını da belirli ölçüde karşılar.

    Bunları biliyor muydunuz?
    • Çimen suyu toprakta bulunan 102 mineralden 92sini içinde barındırıyor.
    • Çok yüksek enzim oranı olduğu kadar yüzde 70 klorofil içeriyor.
    • Çimen suyu vitamin ve mineral eksikliklerini kapatmada faydalı olabiliyor. 

    Çimen suyunu yetiştirebilmek için gerekli malzemeler şunlardır: Altında ufak delikleri olan en az 2 tepsi, toprak ve buğday tohumu. Toprak birinci tepsinin üzerine eşit oranda yayılarak konur, üzerine toprağı kapatacak şekilde tohumlar serpiştirilir ve bol su verilir. Birinci tepsinin üstü ikinci tepsiyle kapatılır. Günde iki kez sulanır. Artık tohumlar uzayıp çimen haline geldiklerinde zaten üzerinde bulunan ikinci tepsiyi havaya kaldırmaya başlar. Bundan sonra ikinci tepsi bir kenara konulur ve birinci tepsideki çimenler büyümeye bırakılır. 15-20cm olduklarında içilecek kadar çimen kesilip suyu sıkılır. Bir kahve fincanı kadarı idealdir. Çimen suyunun kendine ait özel bir makinası vardır. Bunun dışında hiçbir makinayla suyu çıkmaz. Kesinlikle evdeki normal sebze-meyve sıkacağı ile bunu denememenizi tavsiye ederim, yoksa aletinizin bozulma riski çok yüksektir. Eğer evde yetiştirmiyorsanız artık dışarıda birçok meyve ve sebze sıkan yerden bunu tedarik edebilmeniz mümkündür.

    Kesinlikle aç karnınıza içmeyin. Böylelikle direk kana karışır ve etkisini çok daha iyi gösterir. Ama eğer ilk kez çimen suyu içecekseniz bunu boş bir gününüzde evinizde ya da evinize yakın bir yerde içmenizi tavsiye ederim. Mideniz bulanabilir, ya da aşırı baş ağrısı çekebilirsiniz veya bağırsaklarınız bozulabilir. Bunların hiçbirisi de olmayabilir, ama ben sizin yerinizde olsam işimi sağlama alırdım.

     

  •  

    Canyon Ranch, hayallerimin de ötesinde bir yer yaratmış. Uzun bir yolculuktan sonra merkeze vardığımda bana bir egzersiz uzmanı ile görüşme ayarladılar. Zumba dersinde her şeyi unutup müzik eşliğinde ne kadar mutlu olduğumu fark edince ben de şaşırdım. Derse canlı müzik grubu getirilmişti, davul, tef... Afrika, Latin müzikleri ve iki eğitmen eşliğinde dans dersimizi yaptık. Hocalardan birisi hızlı ritimde yaparken diğeri de yetişemeyenler için daha yavaş ritimde dans ediyordu. Bir başka zumba dersinde canlı DJ vardı. Müzikler yıkılıyordu. Hocalar ise dehşet iyiydi. Zumba ve havuzda egzersiz dersleri orada kaldığım sürece vazgeçilmezlerden oldu benim için.

    Havuzda yapılan Watsu masajı yıkılıyordu. Giderseniz muhakkak bir kez Watsu masajı yaptırın derim. Diyelim spor istemediniz, masajlar da sizi açmadı o zaman kolye yapma dersinden tutunda fotoğrafçılıktan doğada nasıl hayvanları takip ederseniz gibi saymakla bitiremeyeceğim derslere katılabilirsiniz. Ha o da olmadı o zaman spiritüel alanda tarot kartı, numeroloji, astroloji... gibi farklı görüşmelere girebilirsiniz. Bu da mı kesmedi, değişik saatlerde alanlarında uzman yazarlar, doktorlar ve daha birçok değerli kişinin konuşmasına katılabilirsiniz. 

    Yemekler mi? Menüde tüm yemeklerin kalorileri, ve diğer besin değerleri yazıyor. Siz ona göre istediğinizi seçip sipariş veriyorsunuz. Amaç sağlıklı yaşamayı zihninizde oturtmak. Yani kendi kararlarınızı kendinize verdirtmek ki buradan çıktığınızda "Peki, ben şimdi ne yiyeceğim" olmayın. Diyet hiçbir ürün yok, diyet kola ya da tatlandırıcı gibi. Her yerde sürekli taze organik meyve var. "YASAK" mevhumu yok ama diyelim ki nasıl besleneceğinizi bilmiyorsunuz, o zaman da beslenme uzmanlarından biriyle görüşüp güzel bir yönlendirme alabiliyorsunuz. 

    Bu arada tüm tesiste bahşiş verilmesi yasak. Cüzdanınızı sadece merkezi terk ederken son gün yanınıza alıyorsunuz.

     

  • Genelde burası spa programı ve 2 Michelin'li restaurantı ile bilindiğinden gelenler ya yemek için ya da vücut bakımı için burayı tercih ediyorlar. Zaten sabah kahvaltısı açık büfe olduğundan kahvaltıyı odamıza getiriyorlardı ki canımız diğer yiyecekleri görüp çekmesin diye.

    Gittiğimiz günün ertesi sabahı aç karnına hemen metabolizma ölçümü ve kan tahlili yaptılar. Ardından doktor ve diyetisyen görüşmelerimiz oldu. Diyetisyen neleri sevip sevmediğimizi sordu ve ona göre 800 kalorilik bir menü hazırlandı. Doktor da, spa bir diğer adıyla 'güzellik çiftliğinde' hangi tip masajların ve aletlerin vücudumuza iyi geleceğini vücutlarımızı inceleyerek karar verdi. Oradan çıktıktan sonra her gün verilen aqua-gym adlı 'havuzda jimnastik' dersimize katıldık. 

    Sabahları muhakkak ya masaj oluyorduk ya da vücut inceltici toparlayıcı bir makinaya giriyorduk. Yemekte elimize o gün öğlen ve akşam yiyeceğimiz yemeklerin listesi veriliyordu. Yemeklerimizin kaç kalori olduğu da yazılıyordu. Kahvaltı odamıza geldiğinden onun bilgisi verilmiyordu.

    Yemekten sonra arada Capri'nin yokuşlu yollarında bir saatlik yürüyüşümüz oluyordu. Haftada 2 gün kişisel eğitmenle spor salonunda bir saatlik çalışmamız vardı. 

    Haftanın bir günü de mutfakta sağlıklı yemek pişirme dersi vardı. Şef, bizlere menüde çıkan bazı yemekleri nasıl yaptığını gösterdi. Bazılarının tariflerini de elimize yazılı olarak verdi.

    Diyetisyenimiz Cinzia çok sıcak, içten ve de en önemlisi işini severek yaptığını size her an hissettiren birisiydi. 

    Üç haftanın sonunda Sevgi teyze insülin kullanımını bıraktı. Annem ve kendisi 7 kilo verdiler. Bir de spor artı inceltici makinalara girdiklerinden, döndüklerinde verdikleri kilodan daha da incelmiş duruyorlardı. 

  • 1200 kalorilik, 800 kalorilik ve 460 kalorilik diyet programları var. İlk hafta 800 kalorilik menüden yedim. Yemekler lezzetli değil ama idare eder. Polonya mutfağına göre hazırlanan yemeklere belki benim damak tadım alışık olmadığından da yemekler çok lezzetli gelmemiş olabilir. Bilemiyorum Embarassed Ama ikinci hafta denediğim sebze-meyve menüsü hakikaten çok sıkıcı ve lezzetsizdi.

    Her gün ormanın içinde kahvaltı ve öğlen yemeği sonrası birer saatlik Nordic yürüyüşü var (kayak batonlarına benzeyen iki batonla beraber yürümek). Yürüyüşlerin dışında spor salonunda zumbadan pilates kadar çeşitli grup dersleri yer alıyor. Tüm eğitmenler işlerini büyük bir ciddiyetle yapıyorlar. 

    Her akşam saat 20:00'de gölün kenarındaki saunaya girip orada biraz kaldıktan sonra göle girme ritueli var. Bunu yaz-kış demeden uyguluyorlarmış. Kışın eksi 20 derecede göl donduğundan, büyükçe bir delik açıp insanlar oradan giriyorlarmış. Saunadan sonra buz gibi göle girmenin insanda yarattığı hazzı size sözlerle tarif edemem. Adeta şoka uğruyorsunuz ama bir anda vücut kendini inanılmaz dinç hissediyor. Bir de sabah 7:30'ta saunaya girmeden göle girme ritueli var. 

    Buraya gelirseniz VIP odalarından ya da orman evlerinden birisinde kalmanızı tavsiye ederim. Eğer sağlıklıysanız, kafanızı dinlemek, kilo vermek  ve daha sıkı, daha az selülitle eve dönmek için ideal bir merkez. Bu arada sakın yanınıza böcek ilacı almayı unutmayın. Ormanın içindesiniz, hatırlatırım!!!

     

  • Kilo problemi yaşadığım on beş yıl boyunca ruh halimin her gün tartıdaki sayıya göre değişmesinden ve günlük mutluluğumu tamamen bir sayıya bağlayarak yaşıyor olmaktan o kadar çok yorulmuştum ki... Kilom düşük çıktıysa ne güzel, o gün dünyanın en mutlu insanı olurdum ama yüksek çıkıyorsa moralim hemen bozulurdu ve kendimi daha çok yemeye verirdim. Kilo vermek için denemediğim yöntem kalmamıştı. Bu alanda eğitim almaya işte böyle karar verdim.

    Aşağıdaki yazı Ayten Serin'in benimle yaptığı ve 14 Aralık 2008'de Hürriyet gazetesinde yayınlanan röportajıdır. 

  • Genelde kilo vermek için diyet stresine girdiğimizde bir an önce fazla kilolarımızdan kurtulmak isteriz. Bunun için de yapmayacağımız hiçbir şey yoktur. Şok diyetler, çeşitli ilaçlar, aşırı egzersiz, kilo verdirdiğini iddia eden içinde ne olduğu bilinmeyen vücuda sıkılan enjeksiyonlar, incelttiğini iddia eden aletler ve daha niceleri…. Kendimizi o kadar çaresiz hissederiz ki, ne olsa yapmaya hazırızdır. Hiçbir şeye para harcamaz ama bu tip şeylere bir ton parayı gözümüzü kırpmadan veririz, hatta ruhumuzu bile satabiliriz. Kilo vereceğiz ya, her şeye değer! Ve ne acıdır ki çözümü hep dışarıda bir yerlerde birilerinde ararız. Aradığımızı bulamayınca da hayal kırıklığına uğrarız. Ama hep bakmayı unuttuğumuz bir yer vardır, o da “İÇİMİZ”dir.

    Kendimizi dinlemek yerine başkalarını dinlemeyi tercih ederiz. O başkası, bize bir kibrit kutusu kadar peynir yiyin der, ya da iki salatalık 150 gram yoğurt! Biz de hemen uygulamaya koyuluruz. Kendimize hiç sormayız bile, “acaba ben peynir yemek istiyor muyum, ya da kibrit kutusu kadar ile doyacak mıyım?” Çünkü o kadar çok umudumuzu dışarıda başkalarının iki dudağının arasından çıkacak kelimelere bağlarız ki, içimizdeki sesi bırakın duymayı, varlığını bile unuturuz. Oysa karşımızdaki kişi nasıl bilebilir, bizim ne zaman acıktığımızı, ne kadar ile doyacağımızı, canımızın ne çektiğini…? Hiç eliniz yemeğe uzandığında kendinize soruyor musunuz, “Ben neden şimdi yiyorum, hakikaten fiziksel olarak aç mıyım, yoksa başka duygularımın açlığını bastırmak için mi yiyorum?

    Ben kilolu zamanlarımda hep şöyle derdim: “Ama ben yemek yemekten çok büyük keyif alıyorum.” Taa ki master programında beslenme derslerimden birinde profesörlerimden birisi bir gün sınıfa bir kutu çikolatayla girene kadar… Sınıftaki herkese ufak bir parça çikolata verdi ve “haydi yiyin” dedi. Biz de yedik. Ardından elinden eşarplar çıkardı ve herkese dağıttı. Bir parça daha çikolata verdi. “Şimdi gözlerinizi kapatın, öyle yiyin” dedi. Aman Allahım, ne kadar lezzetli geldi o çikolata. Oysa biraz önce de aynısını yemiştim ama hiç böyle hissetmemiştim. Bunun üzerine kulağımıza takmamız için tıkaç verdi. Bu sefer hem gözlerimiz kapalı hem de kulaklarımız tıkalı yedik. Size yediğim çikolatadan aldığım hazzı anlatamam. İki duyum birden sistem dışı bırakılınca bu sefer yediğim şeye çok daha fazla odaklanmıştım. İşte o anda gördüm ve anladım ki, ben yemek yerken keyif almak ne demekmiş bilmiyormuşum. Çoğumuz yemek yerken farkına bile varmayız, ne zaman başladık ne zaman bitirdik. Sinirle yenilen tatlılar, televizyon karşısında atıştırılan çerezler, üzüntüyle tüketilen bir tencere makarna, yarın diyete başlayacağım stresiyle bitirilen kutu kutu çikolatalar, sohbet esnasında ağzınıza attığınız mezeler… Sizce bunları böyle yerken hakikaten keyif alıyor musunuz, ne yediğinizin farkında mısınız?  Yoga öğretmeni ablam yurt dışındaki merkezlerde yemeğe oturduklarında ilk 20 dakika konuşmanın yasak olduğunu söyledi. Herhalde boşuna bu yasak konulmadı diye düşünüyorum. Beyine tokluk hissi 20 dakikada gittiği gibi aynı zamanda kişi duyarlılığı çok daha yüksek bir şekilde yemeğini yiyerek hem vücudunu hem de ruhunu doyuruyordur.

  • (Kilo sorunu yaşayan ve diyabet hastaları için özel program)

    Gittiğimizin ertesi sabahı aç karnımıza hemşirenin yanına kan vermeye gittik. Tiroidlerimizden kolesterole kadar tüm tahlillerimiz yapıldı. Gün içinde çıkan sonuçlara ve kilomuza göre beslenme uzmanı bize kaç kalorilik neler yiyebileceğimizi anlattı.

    Hafta başında elimize verilen yemek listesinden tüm hafta kahvaltı, öğlen ve akşam ne yiyeceğimizi kalori limitimize göre seçiyorduk. Verdiğimiz listeye bakılarak her öğün önümüze seçtiğimiz yemek konuluyordu. Ara öğünler yoktu. Genelde yemek sonrası bir meyve veriyorlardı. 

    Herkesin kendine ait bir kartı vardı ve lobide duran tartıda her sabah gidip kartımızı geçirip tartılıyorduk. 

    Her sabah 7:00’de ormanda bir saatlik sabah yürüyüşümüz vardı. Gün içinde çeşitli egzersiz dersleri vardı. Canımız isterse sevdiğimiz, yapabileceğimiz derslere katılıyorduk.

    Eğer buraya gidip programa uyup size verilen besinler dışında başka bir şey yemezseniz muhakkak kilo verirsiniz. Yemekler fena değil, sabah yürüyüşleri muhteşem, fakat egzersiz dersleri biraz zayıf, çünkü seviye farkları yok. Aşırı kilolularla aynı derste olunca insanın temposu ona göre düşebiliyor. Kilo vermek için merkez arayan kişilere kesinlikle tavsiye edebileceğim bir yer. Uzman doktor ve hemşireler kontrolünde tüm görüşmeler ve toplu konuşmalar gerçekleşiyor.

  • İçindekiler:
    1 havuç (soyulmamış)
    2 enginar
    1 diş sarımsak
    1 hindiba
    1/3 ufak kavun (çekirdekleri çıkartılmış, dilimlenmiş ve kabuklarıyla beraber)
    1 çay kaşığı zencefil

    Kalori: 282

    ***Aynı zamanda bağışıklık sistemini kuvvetlendirmek ve kalbi korumak için de muhteşem bir karışım.

    Smile Vitamin A  Smile Vitamin C  Smile Potasyum  Smile Magnezyum  Smile Kalsiyum

  • (Sadece bayanlara yönelik diyabet ve zayıflatma programı)

    Oraya gece vardım. Sabah uyandığımda kahvaltıya gittim. Açık büfeydi ve istediğimiz kadar her şeyden yiyebiliyorduk. Gerçi sağlıksız bir şey yoktu ama hepsi de aşırı tüketildiğinde kilo yapabilirdi. Şaşırmıştım, çünkü açık büfe bana göre değil diye düşünüyordum. Gün içinde uzman bir terapist kadınları toplayıp sohbet havasında herkesi konuşturuyordu. Kadınlar neden orada olduklarını anlatıyorlardı. 

    Kış ortası olduğundan dışarıda kar ayakkabılarıyla yürüyüşler, cross-country skiing gibi açık hava sporları mevcuttu. Gün içinde de sürekli egzersiz dersleri vardı. 

  • Gittiğimiz gün öğlen açık büfeden istediğinizi yiyin dediler. O da ne, büfede sadece çiğ sebzeler, baklagiller ve çerezler vardı!!! Kabak, karnabahar, brokoli, filizlenmiş mercimek, kereviz, biberler, vs… Hippocrates’te yemek düzeni şöyleydi: Sabah aç karnına taze sıkılmış çimen suyu, arada salatalık suyu sonra öğlen yemeği, arada kereviz-salatalık suyu ardından akşam yemeği. Her şey çiğ, her şey sebze. Meyve bile yoktu. Konsept vücuttaki alkali seviyesini yükseltip asit seviyesini minimuma indirmekti. Tüm hastalıkların nedeninin vücuttaki fazla asit olduğuna inanıyorlardı.

    İlk başta çok zorlandığımız bu programda gün geçtikçe inanılmaz enerjiyle dolduğumuzu, kilo verdiğimizi ve etrafımızdaki birçok hasta kişilerin iyileştiğini görünce daha büyük bir motivasyonla programa devam ettik. 

    Programa başlamadan önce kan tahlilleri yapılıyor ve program bitiminde tekrar tahlil yapılıp başlangıç ve bitiş değerleri karşılaştırılıyor. Aynı zamanda mikroskopta alınan ufacık kandan hücre analizi yapılmakta ve kişi ona göre yönlendirilmektedir. Gün içinde çeşitli dersler verilmekte ve kişiler bu tarz beslenme ve hastalıklarla ilgili bilgilendirilmekteler. Burada kilo vermeye yönelik kalori hesaplarının hiçbirisi yoktur. Size söylenilen tek şey, sağlıklı yerseniz vücut otomatik olarak gerektiği kiloya düşecektir. 

    Önerilen minimum kalma süresi 3 haftadır. Eğer gidecek olursanız lütfen en az 3 hafta kalmaya özen gösterin. 

    Hippocrates benzeri bir yer de Ann Wigmore Institute Puerto Rico’da yer almaktadır. Sanırım Kaliforniya’da da benzer yerleri bulunmaktadır. Eğer “raw food centers” diye internette araştırma yaparsanız, daha detaylı bilgilere ulaşacağınıza inanıyorum.

  • Kongre'de konuşulanlar:

    1. Yetişkinlik çağından itibaren kişiler her 10 yılda ortalama 2.5 kg alıyorlar.

    2. Psikolojik problemlerden kaçmak için bazı kişilerde fazla egzersiz yapma eğilimi olabiliyor ve bu insanlar bir süre sonra egzersiz bağımlısı haline gelebiliyorlar. Vücut spor esnasında endorfin adlı kendimizi iyi hissettiren hormon salgılandığından, spor yapan kişi de bu hormonu özlüyor ve aşırıya kaçabiliyor.

    3. Egzersiz için genelleme yapmak çok zor. Yapılan 12 haftalık düzenli egzersiz üzerine bir araştırmada herkesin vücudunda farklı değişimler ortaya çıktığı gözlemlendi. Bundan dolayı kişileri egzersiz konusunda belli bir kategoriye koymak çok zor. Her vücut çok farklı.

    4. Egzersiz daha fazla açlığa yol açabiliyor ve dolayısıyla spor yapan kişiler de daha fazla yemek yeme eğilimi olabiliyor.

    5. Düzenli egzersiz yapıldığı takdirde bir süre sonra vücut bu egzersiz temposuna alışıyor ve açlık hissi kaybolabiliyor.

    6. İki grup arasında karşılaştırma yapmak için klinik bir çalışma yapılıyor. 1. Grup Diyet + Egzersiz yapıyor (haftada 3 yürüyüş) 2. Grup sadece diyet yapıyor. Bu araştırmanın sonucuna göre iki grup arasında kas kaybı, vücut ağrılığı, yağ yüzdesi ve bel çevresi incelmesinde belirgin bir fark görülmüyor. Sadece kalça çevresinde egzersiz ile daha fazla incelme görülüyor. 1. Grupta 7.15 cm kalçada incelme görülürken 2. Grupta bu oran sadece 4.84 cm'dir. Bu çalışmaya göre bölgesel zayıflamada egzersizin daha etkin olduğu gözlemlenmektedir.

    7. Çocukların gelişiminde egzersiz beslenmeden daha önemli bir yer tutmaktadır.

    8. İstanbul okullarında yapılan araştırmalarda çocukların %41'inde obezite görülmektedir.

    9. Türkiye'de obezite oranı %35'tir.

    10. Post menopoz zamanı kilo alımının önüne geçebilmek için mutlaka egzersiz ve diyet yapmak gerekiyor.

    11. Kemik erimesinin önüne geçebilmek için Harvard maksimum 1 bardak süt önerirken Amerikan tarım bakanlığı her öğün bir bardak süt tavsiyesinde bulunuyor.   

  • Incosol’a vardığımızın ertesi sabahı aç karnına kan tahlili yaptılar. Bayağı detaylı görüşmelerden sonra doktor ve beslenme uzmanı eşliğinde kaç kalorilik nasıl bir diyet takip etmemiz gerektiği söylendi. Doktor ayrıca spa’da yer alan terapilerden hangilerinin bizim için uygun olduğunu belirtti. Terapilerin çoğu vücudu inceltmeye ve toparlamaya yönelikti.

    Kahvaltı ve öğlen yemeği açık büfeydi, fakat büfenin orada hep birkaç kişi oluyordu ve servisi onlar bize yapıyordu. Biz istediklerimizi söylüyorduk, onlar da porsiyonları ayarlıyordu. Herkesin kalori ihtiyacına göre aldığı porsiyon miktarı farklı oluyordu. Bir de muhakkak akşamüstü çayımız oluyordu. Akşam yemekleri saat 20:00-23:00 arası oluyordu. Akşam yemeklerini önümüze gelen menüden seçiyorduk: Başlangıç, ana yemek ve tatlı. Yemekte muhakkak canlı müzik de oluyordu. Buradaki en güzel şey insan kendini hiçbir zaman diyetteymiş gibi hissetmemesiydi.

    Incosol aynı zamanda 5 yıldızlı otel olduğundan kilo vermenin yanı sıra sadece otelde kalmaya gelip spa'sını kullanmak isteyenler de oluyordu.

    Her sabah kahvaltıdan önce sahilde yürüyüşe gidiyorduk. Başımızda bir eğitmen oluyordu. Hepimiz kendi tempomuza göre yürüyüp belli bir saatte otele geri dönecek otobüsün önünde buluşuyorduk. Öğlen yemeğinden önce havuzda bir saatlik su egzersizi oluyordu. 

    Haftada iki kere tartılıyorduk ve iki kere de doktor görüşmemiz vardı. Bir de vücut ölçülerimiz alınıyordu, verdiğimiz kilonun yanı sıra ne kadar inceldiğimizi de görmek için… Burası daha çok batı tarzı diyet uyguluyor. Yani alternatif merkezlerdeki gibi gelir gelmez ilaçlarınızı bıraktırıp genellikle vejetaryen ağırlıklı beslenmeye yönlendirmiyorlar.

    Ben bir haftada 4 kilo verdim, ama ikisini hemen ertesi hafta geri aldım. Annemler bir buçuk ayda 10 kilo verdiler ve uzun bir süre kilolarını korudular.

  • Aşağı yukarı iki ay kadar önce New York'a, bu dünyadaki en yakın dostlarımdan birisi olan Adele'i ziyarete gittim. Onu her ziyarete gittiğimde çocuklarına hep değişik sağlıklı alternatifler sunduğunu görmemdir.

    Bu gidişimde de farklı bir şey olmadı. Saat farkından dolayı herkes uyurken ben sabah 5:00'te uyandım ve Türkiye saati öğlen 12:00 olduğundan karnım guruldar şekilde buzdolabını açtım. Veee bir de ne göreyim 'hemp milk' diye organik süt var dolabın içinde. Hemen müsli aldım ve bu merak ettiğim süt ile karıştırdım. Tadı gayet güzeldi. Besin değerlerine de bir göz atayım dedim. Ama zaten eğer Adele'in buzdolabında yer alıyorsa sağlıklı olacağından hiç şüphem yoktu.  

    Sabah Adele uyanınca, ilk işim kenevir sütünün dolaplarında ne aradığıydıSurprised 'Yoksa çocukların bundan dolayı mı sürekli mutlu mesut ortalıkta dolanıyorlar?' diye de bir espri yaptım. O da kenevir bitkisinden yapılan bu sütün esasında çok faydalı olduğunu, özellikle bir yaşındaki oğluna verdiğini belirtti. Çocuklar büyürken beyinlerinin gelişiminde yağ tüketimi çok önemli bir rol oynar. Fakat tüketilen total yağın ne tür olduğu çok önemlidir. 1 bardak inek sütündeki doymuş yağ oranı %28 iken marihuana sütünde bu oran sadece yüzde 5'tir. Doymuş yağ tüketiminin vücuda verdiği kalp rahatsızlıkları ve kanser gibi birçok zararlarını göz önüne alırsak ne kadar az doymuş yağ tüketirsek o kadar daha sağlıklı olabileceğimiz de bir gerçektir.

    adele1 adele2      

    İnek sütünde demir bulunmadığı gibi fazla tüketimi de vücuttaki demir emilimini azaltır. Oysa kenevir sütünde çok yüksek seviyede demir de bulunmaktadır. Birçok çocukta demir eksikliği yaşandığını göz önüne alırsak marihuana sütünün başka bir güzel tarafını daha görmüş oluyoruz.  

    Kalsiyum ve protein oranlarının daha düşük olması benim için çok fazla birşey ifade etmiyor, çünkü çocuklar her zaman protein ve kalsiyum ihtiyaçlarını başka gıdalardan kolaylıkla temin edebilirler. Fakat demir ve sağlıklı yağ tüketimini karşılamak çok daha zordur.  

    Henüz Türkiye'de kenevir sütüne rastlamadım. Ama belki bu yazıyı okuyan birisi böyle sağlıklı bir içeceği Türkiye'ye getirtir, ya da burada üretimini hayata geçirir.  

    1 Bardak Kenevir Sütü          1 Bardak İnek Sütü
          110 kalori                               146 kalori
          7 gr yağ                                  8 gr yağ
          1 gr doymuş yağ                     5 gr doymuş yağ
          0 mg kolesterol                       24 gr kolesterol
          1 gr lif                                     0 gr lif
          5 gr şeker                              13 gr şeker
          5 gr protein                             8 gr protein
          %20 demir                             %0 demir
          %2 kalsiyum                          %28 kalsiyum

  • İçindekiler:
    3 elma (soyulmamış, koçanıyla beraber 3 parçaya bölünmüş)
    1 orta boy kereviz (yapraklarıyla beraber)
    2 diş sarımsak (soyulmuş)

    Kalori: 285

    *** Kerevizin içindeki kumarin, kansere karşı korumada ve tansiyonu düşürmede etkilidir.

    Smile Potasyum  Smile Vitamin C  Smile Vitamin A

     

  • Boyu 1.65, kilosu 52'ydi. Liseyi bitirmeye hazırlanırken birden 12 kilo aldı. O günden sonra Türkiye'de gitmedik diyetisyen, Amerika'da kullanmadık yöntem bırakmadı. Hayatının 10 yılını kilo sorunuyla mücadele ederek geçirdi Didem Kanca Üstay: Zayıflayıp zayıflayıp, sonra yine balon gibi şişiyordum, diyor. 50-80 kilo arasında inip çıkmaktan bitap düştü. Finans eğitiminin yanı sıra, beslenme uzmanlığı eğitimine başladı. Hatta yüksek lisans yaptı. Yine de bilgisini kendisine uygulayamıyordu. Taa ki bir arkadaşının sözü üzerine yeme isteğinin gerçek nedenini keşfedene kadar. Şimdi 31 yaşında, 49 kilo. Diyetisyen. "Pazartesi Diyete Başlıyorum" adlı bir kitap yazıyor. Hikayesini önceden bize anlattı.

    Lise ikinci sınıfta yaz okulu için Amerika'ya gittiğimde başladı kilo sorunum. Altı haftada 12 kilo aldım. Dönüşte, uçaktan iner inmez annem beni zayıflama merkezine götürdü. İlk hafta 3 kilo verip, sonra soluğu tatlıcıda aldım. Okul açıldığında eteğime sığamadım, annem genişletti. Zayıflama merkezine gittiğimi herkesten sakladım. Zaten birkaç seans sonra bıraktım. Sürekli yürümeye başladım. Karaköy'den Boğaziçi Üniversitesi'ne oradan da Şişli'ye... Tanıdıklar annemi arayıp "Didem'i TEM'de yürürken gördük" diyordu. Bir yandan da deli gibi yiyordum; mesela iskender üzerine perde pilavı! O sene 18 kilo verdim, 52 kiloya indim.

    1994'te Amerika'da üniversiteye başladım. Annem, aman kızım tekrar kilo alma, demişti. Matematiği seviyordum, finans eğitimine başladım. Fakat sevmedim. İlk dönem 10 kilo aldım. Hıristiyanların 40 günlük oruçları gibi 40 gün çikolata, fıstık ezmesi yemedim. Sonra yine saldırdım tabii.

    BİR ÇİKOLATA BİLE DİYETİ BIRAKMAMA YETİYORDU

    Bir arkadaşım, kuzeninin bir zayıflama hapıyla çok kilo verdiğini anlatmıştı. Ablamla doktora gittik. Reçetemize yazması için ablam cebine ağırlık bile koydu. Ağız kuruluğu yapan bu ilaç yüksek miktarda kafein içeriyor. Aldığımda, kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. Sabahlara kadar ayaktaydık. Kilo vereceğiz ya mutluyuz. Verdik de. Ama o dönem bu ilaç yüzünden çok kişi öldü. İlaç piyasadan kaldırıldı.

    İlaç sayesinde 54 kiloya inmişken, göğüslerimi de küçülttürdüm. Ama üniversitenin ikinci yılında tekrar deli gibi yemeye ve hemen ardından da tabii yine diyete başladım. Ama bir küçük çikolata bile diyetten vazgeçmeme yetiyordu. Amerika'dayken Türkiye'ye dönünce kiloma dikkat edeceğim diyordum, Türkiye'deyken de Amerika'ya gidince... İkinci dönemde 75 kiloyu buldum. Yazın annem diyetisyene götürdü. Diyetisyen "şu etin üzerine bu baharatı koy" diyordu. İnsanların içinde bunu yapmaya utanıyordum. Sonunda onu da bıraktım. Hiçbir giysi üzerime olmadığından eşofmanla geziyordum. Gece dışarı çıkamıyor, evde kalıp ağlıyordum.

    İTALYAN'IN BEĞENMEDİĞİNİ ZENCİ ÇOK ÇEKİCİ BULDU

    Amerika'da yeniden okula başladığımda ilk kez baskülde 80'i gördüm. Zaten daha sonra tartıya bakmaz oldum. Vitamin alıp aç gezdim. O sıralar Matteo adında bir İtalyan'dan hoşlanıyordum. Bisiklet yarışlarına katılmış, kayak birincilikleri almış, atletik yapılı biriydi. Sürekli sporla kilo vermemi söylüyordu. Koşuya çıkacağız, diyordu; ben de peşinden koşuyordum. Soğukta koşmaktan bronşit oldum. Şimdi hatırlarken bile kalbim daralıyor! Matteo bir gün "Erkek arkadaşlarım gibisin, onlar kadar yiyorsun" deyince çok üzüldüm. Bu stres bana daha da fazla kiloya patladı. Zaten ilişkimiz beş ayda bitti.

    Ablamla yürüyüşleri sürdürdük. Bir gün zenci bir postacı arkamızdan "Merak etmeyin bayanlar hercşey yerli yerinde, süper" diye bağırınca çok sevindik. En azından kiloluları da beğenen erkekler vardı. Step yaptım, kondisyon bisikletiyle çalıştım, dizlerimi incittim. Bikram Yoga yaptım: Terleyince kilo verdim zannediyorsunuz, halbuki bunun zayıflamayla ne alakası var?

    ABLAM SEN NİYE BESLENME UZMANI OLMUYORSUN DEDİ

    Üniversitenin son senesinde okulun beslenme uzmanına gittim. Beni sabırla dinledi. O kadar etkilenmişim ki ablama anlattığımda "Sen niye beslenme uzmanı olmuyorsun" diye sordu. Bu soru hayatımı değiştirdi. Finans okuyordum ama bir yandan okulda beslenme dersleri almaya başladım. Bu arada başka yöntemler denemeye de devam ediyordum. Haftalık kalori ihtiyacınıza göre yemek veren bir sisteme katıldım. Verdikleri yemeği buzluğa koyup, vakti geldikçe ısıtıp yiyorsunuz. Yemin edip 40 gün sürdürdüm, 10 kilo verdim. Tabii diyet bitince yine gerisin geri.

    Tam da o sıralarda ıvır zıvır hiç yemeyen, çok zayıf bir erkek arkadaşım oldu. Bir senede farkına bile varmadan 25 kilo verdim. Anladım ki kadınlarda duygusal yeme eğilimi çok fazla. Erkek arkadaşım sayesinde gece açlık krizlerim bitti. Zaten o da "Adam gibi ye, önemli değil" diyordu. O öyle yaklaştıkça, ben de kilo veriyordum. Yaz okulu için kısa süre uzaklaştığımda tekrar 65 kiloya çıktım. Bir araya gelince 54 kiloya indim. Ayrıldığımızda yine 70'ler...

    HAKLIYDI, YALNIZLIĞIMI YEMEKLE TELAFİ EDİYORDUM

    Klinik beslenme yüksek lisans programına başlamıştım ama bilgimi kendime uygulayamıyordum. İyi olmadığını bile bile Atkinson diyetini bile denedim. Bir dostum "diyetisyen olacaksın ama şu haline bak" dedi. Doğru söylüyordu. O kiloyla güven veren bir diyetisyen olamazdım.

    Anne-kız bir aylığına Florida'da bir merkeze gittik. Kan değerlerim annemden kötüydü. Çiğ sebze yedirip, suyunu içirdiler. 55 kiloya indirdiler, yine kalıcı olmadı. Kilo alıp vermekten o kadar yorulmuştum ki. Ne güzel olmuşsun diyenler, iki ay sonra yeniden şiştiğimi görüyordu. Sadece kadınlara açık bir merkezde, bir haftada dört kilo verdim. Alanımla ilgili çalışmalar yapıyorum o yüzden buradayım, diyordum halbuki zayıflamak için gidiyordum. İşin garibi, çalıştığım hastanede de bütün diyetisyenlerin yeme sorunu vardı. Yine en zayıfları 65 kilo ile bendim. Bir gün New York'lu bir arkadaşımın karşısında ağlıyordum: Elimde değil, gece eve döndüğümde deli gibi yiyorum, ne yapacağım? "Ailenden uzakta, yalnızsın. Belki ondandır" dedi. O kadar haklıydı ki. Aslında yalnızlığımı yemekle telafi etmeye çalışıyordum. Kriz anı geldiğinde artık kendime doğru soruyu soruyordum: Şu anda neden yemek istiyorsun?

    2004'te Türkiye'ye dönünce tezimin doğruluğunu daha iyi anladım. Her şey düşüncede bitiyormuş. Eşimle tanıştığımda 53 kiloydum. Çevredeki zayıf kadınları takdir etmesinden alınıp, kilo verme baskısı hissettim. Kendimi başkalarıyla karşılaştırıyordum. Yine kilo almaya başlayınca sonunda kendime "sakin ol, bir tane Didem var, kendini sevmezsen başkası da sevmez, insanlar seni sen olduğun için seviyor" dedim. Yine kilo vermeye başladım. Şimdi bana soranlara bunu anlatıyorum. Yemeği hayatlarındaki diğer eksikliklerin yerine koymasınlar. Yeme ihtiyacının psikolojik kaynağını bulunca sorun kalmaz. Ama nedenini bulamazsa, benim gibi yıllarca kilo alır verir, alır verir.

    YEMENİN YÜZDE 50'Sİ PSİKOLOJİ

    Didem Kanca Üstay 10 yıl boyunca kilo verme ile ilgili onlarca yöntem denedi. Şu anda 49 kilo, bundan aşağıya da inmek istemiyor: "Canınız bir şeyi çok istiyorsa yiyin. Ama psikolojik olarak değil, gerçekten vücudunuz onu istediği zaman! Hep şöyle diyorum: Yeme nedeni yüzde 50 fizyolojik ise, yüzde 50 de psikolojik.

    GİTMEDİĞİ DOKTOR DENEMEDİĞİ YÖNTEM KALMADI

    • Zayıflama merkezi
    • Çılgın yürüyüşler
    • Hıristiyan orucu
    • Öldüren haplar
    • Diyetisyen kontrolü
    • Açbilaç vitamin orucu
    • Atletik İtalyan eziyeti
    • Step, kondisyon, bisiklet
    • Bikram yoga
    • Beslenme dersleri
    • Buzluk-kalori sistemi
    • Atkinson diyeti
    • Beslenme master'ı
    • Florida zayıflama merkezleri
    • Kendiyle barışma yöntemi
  • Ebeveynlerden birisinin bile kilolu olmasının kendi çocuklarının da ileride kilolu olma riskini yükselttiğini biliyor muydunuz? Normal kilodaki anne-babaların çocuklarında ise bu risk çok daha düşüktür.

    Genelde hep çocuklar üzerinde annelerin yemek alışkanlıklarının etkileri ile ilgili çalışmalar yapılırken son yıllarda babalar ve çocuklarıyla ilgili olan çalışmalar üzerine yoğunlaşılmıştır. Babaların çoğu zaman annelerden daha etkili olduğu ortaya çıkınca araştırmacılar şaşkınlıklarını gizleyemediler.

    Avusturalya’da okul çağındaki çocuklar arasında yapılan bir çalışmada kilolu veya obez bir babanın ve normal kilodaki eşinin çocuğunun diğer çocuklara göre kilolu olma riskinin dört kat arttığı gözlemlenmiş.Düşünebiliyor musunuz anne-babadan sadece birisi bile kilolu olduğunda çocuklarda kilolu olma riski dört kat artıyor? Bir de anne-babanın ikisinin de kilolu olduğunu düşünün, bu risk katlanarak artıyor. Bir çok çalışmada anne-babası kilolu olan çocukların %80’inin de kilolu veya obez oldukları saptanmıştır.

    Fransa’da ergenler ve babaları ile ilgili yapılan bir çalışmada ise babaların yemek alışkanlıkları ile ilgili çocukların üzerinde annelerinden daha etkili oldukları saptanmıştır.

    En son Amerika’da 2015 senesinde okul-öncesi (3-5 yaş aralığı) çocuğu olan 150 baba ile yapılan çalışmada babaların en az bir öğünü çocuklarıyla yemeleri ve haftasonları anneyle birlikte çocuklarıyla vakit geçirmeleri şart koyulmuş. Bunun yanı sıra babalar fiziksel aktiviteyi artırmışlar ve porsiyonlarını ufaltmışlar. Çocuklarda birebir fiziksel akitvitede artış ve yemek porsiyonlarında azalma görülmüş. Bundan dolayı babaların da çocukların sağlıklı yaşam ve fazla kiloları üzerindeki belirgin etkilerini yabana atmamak gerekir.

    Babalar! “Nasıl olsa anne çocuğumuza bakıyor. Ben ne istersem yer, içerim, koltukta televizyon karşısında da mayışır kalırım” demeyin.

    Siz çocuğunuza “Kola” içme derken yanında içiyorsanız, “Patates kızartması” yeme derken yiyorsanız çocuğunuzdan bunları yiyip içmemesini bekleyemezsiniz. Çocuk sizden ne görüyorsa onu yapacaktır. Sağlıklı, ideal kiloda ve spor yapan çocuklar istiyorsanız önce kendinizden başlamaya ne dersiniz?!

     

  • Didem Kanca Üstay'ın 13/12/2016 tarihinde milliyet.com da çıkan yazısı aşağıda yer almaktadır.
     
    Diyet yapmaktan bıktınız, sürekli kilo alıp veriyorsunuz. Medyada farklı reçeteler yayınlanıyor. Kafanız çok karışıyor. Hatta çocuğunuzla ilgili anne bloggerlardan öneriler alıyorsunuz ve hayatınız daha da karmaşıklaşıyor. 
     
    İşte size beslenme konusunda çok farklı bir kitap önerisi: Yarın Diyete Başlıyorum.  
     
    Bu kitapta diyetle ilgili kapitalist yanlışlar tüm gerçekliğiyle gözler önüne seriliyor.  
     
    “Beslenme uzmanı olarak gittiğiniz kişilerin özgeçmişine muhakkak bakıp, bu konudaki eğitimini araştırın” diyen Yeditepe Üniversitesi Beslenme ve Diyetetik Bölümü'nde öğretim üyesi Didem Kanca Üstay, şunları söylüyor: “Detoks uzmanlığı diye bir uzmanlık alanı yoktur. Detoks kilo vermek için yapılmaz, çok sakıncalıdır. Günümüzde birçok kişi bu konuyla ilgili iki üç tane kursa gidip kendini uzman olarak göstermekte uzmanlaşmış kişilerdir. Dikkatli olun.” 
     
    Beslenme Uzmanı Didem Kanca Üstay ile Yarın Diyete Başlıyorum kitabı ve sağlıklı beslenme konusunda konuştuk. 
     
    Kitabınızı yazmanızdaki etken nedir?
    Kitabımı ilk seneler önce yazmaya başladığımda beni en çok motive eden şey kilolarıyla ilgili sorun yaşayan insanlara yardım etmek ve ışık olmaktı. Kendim senelerce sürekli kilo alıp verdiğimden ve hatta kendime faydam olur diye klinik beslenme üzerine yüksek lisans yapmama rağmen hala kilo sorununu kafamda çözemediğimden bu yolda en sonunda nasıl başarılı olduğumu insanlara aktarmak istedim. Esasında her şeyin insanın kendisinde bittiğini ve dışarıda geçici çözümler aramaktan vazgeçmeleri gerektiğini anlatabilmek istedim. Ben hem bu derdi yaşayan hem de ilmini okuyan birisi olarak tüm gerçekleri okuyuculara sunmak istedim. Bu öyle bir piyasa ki herkes insanların zaafından faydalanıyor. Bugün bir gıdayı pazarlamak istiyorsanız en kolay yolu “zayıflatır” diye bir reklam yapmaktan geçiyor. 
     
    Kitabın ikinci genişletilmiş baskısında ise kilo sorununun yanı sıra tamamen bebek-çocuk beslenmesinde yapılan hataları ve bunları düzletmek için neler yapılabileceğini anlatıyorum. Günümüzde maalesef birçok blogcu anne ve çocuklar için yemek tarif kitapları yazarlarının hiçbir bilimsel geçmişleri olmadıklarından, halkımıza inanılmaz sağlıksız, yanlış bilgiler ve tarifler veriyorlar. Bunun önüne nasıl geçilebilir bilemiyorum ama kitabımda elimden geldiğince örneklerle uyarmaya çalıştım. Ayrıca okul menülerine, okuldaki kantinlere, sosyal medyanın gençlerin yeme alışkanlıkları üzerindeki etkilerine kadar birçok farklı önemli konuya da değindim.  
     
    Her yerde pompalanan somon balığının esasında ne kadar zararlı olduğunu çünkü Alaska dışında satılan tüm somon balıklarının çiftlik somonu olup bunun nasıl büyük bir piyasa olduğu gibi kişilerin hatta ülkemizde akademisyenlerin, doktorların, profesörlerin bile sorgulamadıkları konuları ele aldım. 
     
    Benim için insan sağlığı çok önemli. Buradan şunu da çok net söyleyebilirim ki ben danışan almıyorum. Amacım kitap çıkarıp ardından kapımda danışanları sıraya dizmek değildir. Kitabımın şahsıma gelen tüm gelirini de ülkemizdeki ihtiyaçlı çocukların eğitimi için kullanıyorum. Ayrıca ülke çapında üniversite ve okullara ücretsiz sağlıklı beslenme üzerine konferanslara gidiyorum. Ben eğitimli bir kadın olarak bu ülkeye olan borcumu ödemeye çalışıyorum.  
     
    Bu kitapta diyetle ilgili kapitalist yanlışlar tüm gerçekliğiyle gözler önüne seriliyor çünkü benim para kazanmak gibi şükürler olsun bir amacım yok. Eğer bizim gibi paraya ihtiyacı olmayan eğitimli insanlar da para ve şöhretin peşine düşerlerse ülkemizin geldiği şu noktada iyice çıkmaza gireriz. 
     
    Hayatınızdan dersler çıkararak doğru beslenme ile ilgili çok güzel bilgiler vermişsiniz. Beslenme konusunda özellikle neler önerirsiniz?
    İlk olarak annelerin bebeklikten itibaren çocuklarına doğru beslenme alışkanlıklarını kazandırmalarını,  tadına vararak farkındalıkla yemeyi öğretmeli çünkü çoğumuz konuşurken, televizyon ya da bilgisayar karşısında ne yediğimizin bile farkında olmuyoruz. Durum böyle olunca hep daha fazla yeme eylemi içerisindeyiz çünkü aradığımız tadı sürekli bulmaya çalışıyoruz. Oysa o anda konsantre olup yesek hiç böyle hissetmeyeceğiz. 
     
    Acıktığımızda yiyip doyduğumuzda yemeyi bırakabilmeliyiz. Eğer bunu bebeklikten itibaren aşılayabilirsek sıkıntı yok ama bebeklikten itibaren oyuncaklarla, oyunlarla, ekran karşısında, peşinden koşarak fark ettirmeden yemek yedirirsek çocuk bunu tüm yaşamı boyunca taşıyacaktır. Açlık ve tokluk hissi en temel içgüdülerimizden birisidir. Bununla doğmamıza rağmen dış etkenlerle zamanla bu öldürülmektedir. Eğer bebeklikte hatalar yapılmış ve bu hislerinizi kaybetmişseniz tekrardan kazanmanız gerekir. Yoksa tüm diyetler gelip geçici olacaktır.
     
    Herkes çok farklıdır; vücutlarımız, zihinlerimiz ve en önemlisi de ruhlarımız. Sakın “Başkalarının yapabildiği diyetleri ben neden yapamıyorum?” diyerek kendinizi suçlamayın.
     
    Anlıyorum, etrafınızdaki herkes vücudunuzla ve görünüşünüzle ilgili size pozitif olmanızı söylüyor ve siz de “Bu o kadar kolay değil” diyorsunuz. Çok haklısınız; insan aynaya baktığında kendisini “iğrenç” görürken nasıl “Çok güzelim” diyebilir ki? Kendinize yalan söylemeyin, ama en azından negatif kelimeler kullanmayın. Şöyle düşünelim, ben sizi yolda gördüm ve dedim ki, “Ayy ne kadar iğrenç gözüküyorsun, acayip kilo almışsın, her tarafından yağ fışkırıyor, halin felaket!” Ne yapardınız? Hemen defansa geçer, ya bana karşı negatif bir şeyler söylerdiniz ya da benimle konuşmazdınız. Ama aynısını siz kendinize yapıyorsunuz ve ruhunuzun size iyi davranmasını bekliyorsunuz. Hayır! Mümkün değil. Kendinize inanmadığınız halde güzel sözler söyleyin demiyorum, ama negatif kelimeler de kullanmayın. 
     
    Kendinizi dinlemeyi öğrenin. Acıktığınızda yiyin. Bırakın artık medyada sürekli söylenen 6 öğün, 8 öğün, 10 öğün tavsiyelerini. Siz ne zaman acıkıyorsunuz, ne kadarla doyuyorsunuz ona kulak verin. Dünyanın en sağlıklı ve uzun yaşayan toplumlarından biri Japonlar ve günde sadece üç öğün yiyorlar. Başkalarını dinlemek yerine artık kendinizi dinlemenin zamanı geldi.
     
    Kendinize yasaklar, kurallar koymayın, çünkü kurallar çiğnenmek, yasaklar kırılmak içindir. Yasak koyduğunuz her şey size çok daha cazip gelecektir. Kendi kendinize tekrarlayın: “Eğer canım çok isterse, tadına vararak istediğim şeyden yiyebilirim.” 
     
    Eğer sürekli tatlı yemek istiyorsanız, hayatınızda ne gibi bir tat eksik, onu bulun ve hayatınızı onunla tatlandırın.
     
    Basit karbonhidratlarla meyve, kuru meyve, şeker ve türevi gıdalarla beraber mutlaka protein ağırlıklı gıdalar tüketin mesela badem, ceviz, yoğurt, süt gibi.  Kan şekeriniz daha stabil olacaktır ve hemen acıkmayacaksınız. Tek başına elma yediğinizde, yarım saat sonra karnınız guruldamaya başlar. Tabii yine kendinizi dinleyin, çünkü bana gelip de “Bir elma yedikten sonra çok tıkanıyorumm, saatlerce acıkmıyorum” diyen danışanlarım da oldu.
     
    Her daim beden-ruh-zihin üçlüsünün önemini hatırlayın. Üçünü hep beraber ele almanız gerekiyor.
     
    Sakın belli kan tahlillerinizi yaptırmadan ezbere bir beslenme programına başlamayın. Özellikle tiroid hormonlarımız vücudumuzun ana şalteridir. Eğer tiroitlerde sorun varsa metabolizma ciddi bir şekilde etkilenecek ve kilo alıp vermenizde büyük sıkıntılar yaratacaktır. Tüm bunların yanı sıra, tabii ki birçok farklı verilere de bakmak gerekir. Bu konuda da sizi en iyi doktorunuz veya beslenme uzmanınız yönlendirebilir. 
     
    Eğer kan tahlillerinizin sonucunda belli veriler standartların dışında yer alıyorsa, muhakkak konusunda uzman bir doktora danışmalısınız.
     
    Bizlerin yani beslenme uzmanlarının ilaç tavsiye etme, ilaca yönlendirme gibi yetkileri kesinlikle yoktur. Eğer bir beslenme uzmanı size ilaç yazıyorsa veya aldırtıyorsa, hemen ofisinden çıkın derim. Doğru olanı, sizi doktora yönlendirmesi olacaktır. 
     
    Delicesine aç bir halde ne süpermarkete gidin ne de dışarıda yemeğe... İster istemez çok şey satın alırsınız ya da yersiniz, çünkü gözünüz dönmüştür.
     
    Benim geçmişte yaptığım hatayı yapıp kilonuzu kapatmak için siyahlara bürünmeyin. Hayatınıza renk katmaya kıyafetlerinizden başlayın. Siyahın kilonuzu kapadığını düşünüyorsanız, kapanan tek şey ruhunuzdur.
     
    Ruhunuzu doyurursanız daha az açlık çekersiniz. Eğer fiziksel olarak yeterli gıda aldığınız halde sürekli acıkıyorsanız, demek ki ruhunuzu bir noktada aç bırakmışsınız. Ruhunuza ne iyi geliyorsa onu yapın. Ben müzik dinleyip dans etmeye, ablalarımla sohbet etmeye bayılıyorum. İnsanın üç ablası olunca muhakkak birini telefonda yakalayabiliyor. 
     
    Spor yapın. Ama kilo vermek için değil, hakikaten ruhunuza ve bedeninize iyi geleceği için yapın. Her spordan sonra, spor yapabildiğiniz için şükredin. Ne büyük bir hikmettir ki spor yapacak enerjiye sahipsiniz. 
     
    Çocuklarınızı sakın yemekle ödüllendirmeyin. “Yüksek not alırsan sana çikolatalı pasta alacağım”, “Uslu durursan şeker vereceğim” gibi sözlerle çocuklarınızda yemekle aralarında duygusal bir bağ oluşturmayın. 
     
    En son yediğiniz yemekle yatmanız arasında en az 3 saat olmasına özen gösterin.
    Zamanla kendinizi daha çok sevin ve kendinize değer verin. Kendinize verdiğiniz değer kadar değerlisiniz bu hayatta...
     
    “Kiloluyum” diye kendinizi eve kapatıp daha az sosyalleşmeyin. Bu sadece bir kısırdöngü yaratır. Kilo aldıkça daha çok eve kapanırsınız. Evde kaldıkça daha çok yersiniz. Dışarı çıkın ve hayatı doya doya yaşayın.
     
    Benim ne dediğimin çok da bir önemi yok. Size hayatta ne iyi hissettiriyorsa onu yapın ve mutlu olun.  Kimse siz değil ve siz olamaz. Mevlana’ya sormuşlar: “Aşk nedir?” diye, “Ben ol ki bilesin!” demiş. Artık kendinizi dinlemenin vakti geldi de geçiyor bile...
     
    Günümüzde bu alanda eğitimi olmayan kişiler de beslenme uzmanı gibi konuşmalar yapıp eğitimler veriyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
    Bu benim kanayan yaram! Kişileri mümkün mertebe uyarmaya çalışıyorum. Ama en önemlisi bu kişileri kurumlarına çağıranların dikkat etmeleridir. Mesela okullarda özellikle anaokullarına blogcu anneler ya da çocuk yemek kitabı yazarları eğitimler için çağırılıyor. Peki bu okullar hiç mi bu kişilerin özgeçmişlerine bakmazlar diyeceğim ama ben, bir bebek-çocuk dergisini uyardığımda bana verdiği cevap şöyle olmuştur: “Bu kişinin kitabının ikinci baskısı çıkacak.”
     
    İstersen 10. baskısı çıksın. Bu bir gösterge değildir. Kişiler ilk baskıda 500 adet basıp kendisi satın alıp sonra hemen ikinci baskıya da geçebilir. Kapitalist dünyada paranız varsa her şeyi farklı gösterebilirsiniz. 
     
    Bu işlerin içinde olduğumdan gerçek yüzünü çok daha iyi görme fırsatını elde ettim. Parayı verirseniz “en çok satanlar” listesine daha kitabınızın çıktığı ilk günden girebilirsiniz. Bundan dolayı okuyucuların, bu tarz kişileri firmalarına, okullarına çağıranların çok detaylı araştırma yapmaları gerekiyor. Sağlık Bakanlığı bu konuyla ilgili harekete geçmediğinden kişilerin çok duyarlı olmaları şart. 
     
    Detoks ve sürekli moda olan diyetler konusunda ne düşünüyorsunuz? İnsanlar bu tip önerileri görünce ne yapsınlar?
    Detoksu, çok hatalı ve yanlış buluyorum. Eğer kişiler detoks yapacaklarsa bunu muhakkak yatılı bir merkezde uzman doktorlar ve diyetisyenler eşliğinde yapmalıdırlar. Detoks uzmanlığı diye bir alan yoktur. Birçok detoks kitabı da uzman olmayan kişiler tarafından tamamen yabancı basının kopyası olarak çıkarılmaktadır. 10 sene Amerika’da okumuş ve yaşamış birisi olarak bunu kolaylıkla ve kendimden çok emin bir şekilde söyleyebilirim. Detoks sizi ölüme kadar götürebilir. İşin şakası yoktur. 
     
    Geçenlerde piyasada bu alanda çok meşhur birisi ki filoloji mezunu olduğunu söylemeden geçemeyeceğim Instagram hesabından kendisine, “kereviz sapı suyunu içmek istemediğini” yazıldığında, “salatalık suyu iç o zaman” diye yazmış. Pardon ama kış ortasında “salatalık” yemek bile tüm detoks konseptini bozmuyor mu? Bu kişiler dediğim gibi ezbere konuşuyor, yabancı basından kopya çekiyorlar ve genelde eşlerinin ya da ailelerinin durumları iyi olduğundan çok iyi bir tanıtım firmasıyla anlaşıp inanılmaz bir reklam yapıyorlar. İnsanların gözleri boyanıyor. 
     
    Ama işin acı kısmı ne biliyor musunuz? Bu detoks zırvalığına inananların hemen hemen hepsi de üniversite mezunu okumuş insanlar! Ben hep şu konuda uyarıyorum: Sağlıkla ilgili bir kitap alıyorsanız ya da kişileri takip ediyorsanız muhakkak özgeçmişlerini okuyunuz. Ve sakın “yurtdışında çeşitli eğitimler aldı” sözüne kanmayınız. Yurtdışında hangi tarihler arasında kimlerden ne eğitimleri almış, nerelerde çalışmışlar gibi detaylı bilgileri vermeleri gerekmektedir. Maalesef sorgulayan bir toplum değiliz. 
     
    Protein Ağırlıklı Diyetler Dikkat 
    Protein ağırlıklı diyetler konusunda, herkesin bünyesi çok farklıdır. O zaman tüm Uzak Doğu pirinç tüketiyor. Onlar çok mu sağlıksızlar? Bu tarz hurafelerden uzak durun. İnsan en iyi kendi vücudunu bilir. Kimse sizin vücudunuzun isteklerini sizden daha iyi bilemez. Ayrıca protein ağırlıklı diyetlerde birçok insanın bağırsak tembelliği sorunu yaşayıp hemoroit ve benzeri rahatsızlıklarla karşı karşıya kaldığına tanık oldum. Her şey kararında sağlıklıdır.
     
    Probiyotikle Zayıflayın Tamamen Yalan
    Probiyotikle zayıflayın ise, tamamen yalan! O zaman herkes günde bir probiyotik hapı alır ve incecik olurdu. 
     
    Kinoa sütüyle zayıflayın, şaka mı? Zayıflatan hiçbir yiyecek yoktur bu dünyada. Olsaydı herkes onu yer ve incecik olurdu. 
     
    Chia tohumuyla zayıflayın. Evet bu dünya yaratılırken sadece Güney ve Orta Amerika ülkeleri sevildi ve o insanlara en sağlıklı yemekler gönderildi ve neden o ülkelerde de obezite görülüyor o zaman?
     
    Çocuklarınız için özel tarifler konusunda ise, çocuklar için evde ayrı yemek pişmez. Tabii ki eğer otizmli, Down sendromlu ya da farklı rahatsızlığı olan çocuklarınız varsa istisna durumlardır. Onun dışında “iştahsız çocuk sendromu” bizim Türk annelerinin yarattığı bir sendromdur. İleride çocuklarda yeme bozukluğuna yol açacaktır. Bu tarz çocuklar için özel menülerden koşarak uzaklaşın.
     
    Sizce yeme sorunlarının arkasındaki temel neden ne?
    Bebeklikten itibaren başlayarak yemek konusunda çocukları yanlış yönlendirmek ve ebeveynler olarak çocuklara iyi örnek olmamak. Çocuk söyleneni değil gördüğünü yapar. 
     
    Bazen çok gülüyorum, mesela yemeyen çocuklar için özel tarifler hazırlayan kendini şef olarak ilan eden bir “anne”nin hem kendisi hem de eşi kilolu ve hiç spor yapmazken çocuklara sağlıklı tarifler sunduğunu söylüyor. Bu kişiyi takip eden insanlar da hiç mi sorgulamazlar: Bu kadın önce kendisi sağlıklı olmalı kocasıyla diye.
     
    İnanın bana ileride kendi çocukları da bu anne ve baba gibi olacaktır çok büyük ihtimal. Siz çocuğunuza sağlıklı yemekler hazırlarken kendiniz nasıl yiyip bu hale geliyorsunuz o zaman?
     
    Yeme sorunlarının arkasındaki temel neden anne ve babadır. Tüm bilimsel araştırmalar da bu yöndedir. Benim yarattığım bir kavram değildir. Evrensel bir gerçektir.
     
    Sağlık haberciliği üzerine düşüncelerinizi öğrenebilir miyim? Sağlık haberlerinde nelere dikkat ediyorsunuz?
    Sizin gibi mesleğine değer verip araştıran insanlar çok az artık. Genelde ne prim yapacaksa onu haber yapıyorlar. Mesela son zamanlarda sürekli mide ufaltma ameliyatlarının yani Bariyatrik cerrahi ne kadar başarılı olduğunu haber yapıyorlar. Bir ameliyatın reklamı olur mu? Bu kadar çok haberi olur mu? İnsanları bariz ameliyata teşvik etmektir bu. 
     
    Sürekli sağlık haberlerinde “somon yiyin, kinoayla zayıflayın, omega 3 alın...” gibi kapitalist yaklaşımlar var. Hiçbir gıda bir diğerinden üstün olmadığı gibi gıdaların reklamları olmamalıdır. Genelde sağlık haberleri reklam üzerine kuruludur. 
     
    Ben sağlık haberlerinde, haberi kim yazmış, hangi verilere dayanıyor, bilimsel kaynağı var mı, sürekli bir şeyin reklamı yapılıyor mu gibi konulara özellikle dikkat ediyorum. 
     
    Sağlık iletişiminin olmazsa olmazı size göre nedir?
    Önce “İnsan sağlığı” ele alınmalıdır. Kapitalist yaklaşımlardan uzak durulmalıdır. Kişilere hakikaten onların sağlığını düşündüğünüzü hissettirmenizdir.
     
    Kısaca kendinizi tanıtır mısınız? 
    Tüm etiketlerimden önce insan sağlığını her şeyden önde tutan duyarlı bir bireyim. 
     
    1998 senesinde Georgetown Üniversitesi’ni bitirdikten sonra dört yıllık Tıp bölümünün derslerini tamamladım. Ardından beslenme alt derslerini alarak New York Üniversitesi’nde Klinik Beslenme üzerine yüksek lisansımı bitirdim. 
     
    Amerika’da sadece bölümden mezun olmak diyetisyen olmanıza yetmiyor. İlk olarak bir hastanenin programına kabul edilmeniz şart. Sonra bu hastanede bir sene boyunca çeşitli bölümlerde çalışıp başarıyla tamamladığınıza dair belge alıyorsunuz. Bu belgeyi aldıktan sonra tüm Amerika çapında verilen diyetisyenlik sınavına girme hakkını kazandım. Sınavı da başarıyla geçince hem Amerika’da hem de dünyada diyetisyenlik yapabilme hakkım doğdu. Bir de bu lisansı elimde tutabilmek için her 5 sene boyunca en az 75 saatlik kendi alanımla ilgili kongre ya da konferanslara katılmam gerekiyor. Şu an 2019’a kadar lisansım geçerli. Yani buradaki gibi okuldan mezun oldunuz, ondan sonra kendinizi geliştirmeseniz de olur lüksünüz yok. Bundan dolayı 2004’te belgemi aldığımdan beri sürekli yurtiçi ve yurtdışı gündemi takip ediyorum. 
     
    10 senelik Amerika’daki öğretim ve çalışma hayatımdan sonra Türkiye’ye döndüm. Yeditepe Üniversitesi Beslenme ve Diyetetik Bölümü’nde öğretim üyeliği görevini sürdürüyor ve kurumsal firmalarda ve üniversitelerde beslenme üzerine konferanslar vermeye devam ediyorum.
     
    Öğrenmenin yaşı yoktur deyip, bireylerin ve toplumların gelişmelerinde en önemli faktörün eğitim ve öğretim olduğuna inandığımdan 2003 yılından bu yana çok sayıda uluslararası kongreye ve eğitime katıldım. Dünya çapında birçok beslenme ve detoks merkezini ziyaret ederek farklı beslenme tipleri üzerine araştırmalarda bulundum. Yurtdışında gittiğim çeşitli sağlık kongreleri, zayıflama ve detoks merkezlerindeki izlenimlerimi kendi kurduğum diyetnedir.com adlı internet sitesinden geniş kitlelere duyurmaktayım. 
     
     
  • Sevgili okurlar, bu ay sizlerle yeni dönmüş olduğum Malezya’daki uluslar arası diyetisyenler birliği konferansında geçen konuşmaları paylaşmak istiyorum.

    Yine en çok konuşulan konu dünyadaki artan obezite sayısı ve bu sorunun üstesinden nasıl gelebileceğimizdi. Son 10 senedir gittiğim tüm konferanslarda hep aynı konudan bahsediyoruz ve sorun aynı büyüklüğüyle katlanarak devam ediyor. Peki nerede yanlış yapıyoruz acaba?

    Ben bu konferansta en sonunda dayanamayıp bir konuşmacıdan sonra söz aldım. Gelen herkese şunu söyledim: Biz insanları 2 kere 2 dört eder gibi hesaplıyoruz. Oysa bu insanlar ruh, beden ve zihinden oluşuyor. Sürekli onlara söylenen, şu kadar kalori alın, egzersiz yapın, az yiyin ama peki tüm bu söylenenler işe yarasaydı, o zaman bugün obez/kilolu sayısı yükselmek yerine azalırdı. Salonda herkes söylediklerimi onayladı.

    Artık bu konuya farklı bir bakış açısı kazandırmamız gerektiğine inanıyorum. Örneğin sürekli olarak çocuklar için televizyonda yiyecek reklamı çıkmasın diyoruz ama bunun için hiçbir şey yapmıyoruz. Oysa Norveç ve İsveç, 12 yaşına kadar olan çocuklara hitap edecek tüm reklamları televizyonlarında yasaklamışlar. Meşhur bir söz vardır: ‘Söyleneceksen harekete geç, harekete geçmeyeceksen söylenme.’

    Hong Kong’lu bir konuşmacı özellikle dünyadaki inanılmaz et/tavuk tüketimine dikkat çekti ve git gide dünyadaki karbon oranının yükseldiğini söyleyerek konuşmasını şöyle kapadı: ‘Hasta bir dünyada sağlıklı insanlar olamaz!’ Bir kilo etten dolayı dünyaya yaydığımız karbon uçakta yaptığımız bir seyahatten çok daha fazlaymış. www.earthlab.com da bu konuyla ilgili daha detaylı bilgi bulabilirsiniz.

    Esasında anlatacak çok konu var ama bunlardan en önemlilerinden bir tanesi de: 70 yaş ve üzeri insanlara diyet yaptırtarak kilo verdirtmeyiniz, çünkü kilo veren her 10 kişiden 9’u birkaç sene içinde hayatlarını kaybediyorlar. Neden olarak da kilo kaybından dolayı ortaya çıkan kas kaybı ve bağışıklık sisteminin çökmesi gösteriliyor.

  • Yazıma başlamadan önce şu noktayı vurgulamam gerektiğine inanıyorum: Bugüne kadar hiçbir markayla çalışmadım, ürünlerini satmadım, ya da kaldığım detoks/zayıflama merkezlerinin ücretlerini kendi cebimden ödedim ki kimseye borçlu hissetmeden dilediğimce, özgürce bireylerin ve toplumların sağlığını düşünebilecek şekilde fikirlerimi dile getirebileyim.

    Son zamanlarda sürekli her yerde Sarelle'nin "Siz ne yerseniz çocuğunuz onu yer"reklamlarını gördükçe bu nasıl bir mesajtır acaba diye düşünmeye başladım. Doğru, çocuğunuz siz ne yerseniz onu yer ama acaba siz Sarelle mi yemelisiniz sorusunu aklımdan geçirmeden edemedim. Kalktım Sarelle'nin sahiplerinden Zafer bey ile görüşmeye gittim. Sağolsun beni kırmadı ve büyük bir sabırla "Ama çocuklara yönelik olmamalı bu reklam" diye defalarca aynı konuyu dile getirmemi dinledi. Hatta eğer Sarelle ile ilgili negatif birşey yazarsam da bana karşı dava açmayacağını söyledi  Malum dikkatli olmam gerekir.

    Zafer bey, kendisinin de çocukları olduğunu ve Sarelle'yi satın aldıktan sonra içindeki malzemeyi baştan aşağıya değiştirdiklerini çünkü kendi ailesinin de bunları rahatlıkla tüketmesini istediğini belirtti. Piyasada katkı maddesiz fındık/kakao ezmesi olmadığını, kendilerinin tamamen doğal ve içinde palm ya da trans yağ olmadan ve hiçbir GDO'lu ürün kullanmadan üretim yaptıklarını, hatta reklam filmlerinde "doğal" kelimesini kullandıkları için rakip firmaların dava açtıklarını söyledi. Dava sonucu ne mi olmuş? Kaybetmişler çünkü tarım bakanlığı tarafından "haksız rekabet" olarak belirlenmiş, piyasadaki diğer ürünler doğal olmadıkları için. 

    Şimdi bana sorarsanız, ben yine de reklamlarına takıldım, sonuçta çocuklar sarelle mi yemeli diye düşünüyorum. Onların da bakış açısı şöyle, nasıl olsa çocuklara piyasadaki diğer içinde kötü malzemeler olan ürünler veriliyor, satın alınıyor, en azından bizimkisi alınsın. Hımmm.... bana göre tabii ki hiç alınmasın! İçerikler kısmında ilk sırada şeker sonra bitkisel yağ ve 3. sırada yüzde 13'lük bir rakamla fındık geldiğini belirtip sonuçta çocuklar şeker alıyor diyorum. Uluslararası gıda kodeksine göre tüm dünyada "İÇİNDEKİLER" kısmında kullanılan malzemeler en fazladan en aza doğru gitmek zorundadır. Bu tüm ürünler için geçerlidir. Ben en fazla şeker olduğunu ve çocuklar o zaman sırf şeker mi yiyecekler diye sorduğumda, Türk halkı tatlı sevdiğinden diğer opsiyonlarımız da var diyor. Hangi halk tatlı sevmiyor ki?  Hemen içeriğinde yüzde 45 fındık olan ürününü gösteriyor. "Bu daha sağlıklı ama genelde insanlar şeker oranı yüksek olanı daha çok seviyor" diyor. 

    Son söz olarak, Zafer bey belki kızacak ama, ben yine de reklamlarına takıldım ve onaylamıyorum. İşin içine çocuklar girince çok hassas oluyorum da!!! Ürünlerini farklı reklamlarla dile getirebilirler. Sonuçta şeker sadece çocuklar için değil, hamileler ve yetişkinler için de çok zararlı.  

     

     

  • (Yoga ağırlıklı beden, ruh ve zihni arındırmaya yönelik program)

    İlk yatılı bir merkeze gidişim ablamla yapmış olduğum İspanyolca’da “Saf Hayat” anlamına gelen Pura Vida’dır. Kendisi o zamanlar yogaya çok gönül vermiş ve bir yoga dergisinde burayla ilgili yazı okumuştu. Amerika’da okurken bahar tatilimde benim ziyaretime gelecekti ve “Hadi hem tatil yapalım, hem de aktif olalım, Kosta Rika’da Pura Vida’ya gidelim” dedi. Bu merkezde kalışımızdan sonra ablam yoga eğitmeni olmaya karar verdi.

    Yemekleri vejeteryan olan Pura Vida’da her şey inanılmaz lezzetliydi. Akşamüstü çayıyla birlikte günde 4 öğün yemek olan bu merkezde herkes açık büfeden istediği kadar yemek alabiliyordu. Günde 3 tane 90 dakikalık yoga dersleri dışında bir haftalık programın içinde bir günlük rafting, yağmur ormanlarında tırmanış ve yanardağlara geziler de vardı. Sürekli doğadaydık. Yoga derslerinin çoğu da temiz havada dışarıda oluyordu. Hatta derslerimizin bir tanesine ara sıra papağanımız da katılıyordu.

    Pura Vida, kafa dinlemek, şehir stresinden uzakta kalmak ve doğada spor yapmak için bir cennet, fakat kilo vermek için gidebilecek bir merkez kesinlikle değildir. 

  • Son zamanlarda hep bana aynı soru yöneltiliyor: “Peki çiftlik balıklarını yemeyeceksek ne yiyeceğiz?” Yerden göğe kadar haklısınız! Artık herkesin kafası bu konuyla ilgili karışmış durumda. 

    Ben de zaman buldukça sizlerle çiftlik balığı olmayan deniz balıklarıyla ilgili kısa bilgiler paylaşmaya çalışacağım. İlk masum balığımız “SARDALYA” çiftlikte yetişmeyen sezonunda tüketebileceğiniz balıklardan bir tanesidir. Hem deniz hem de çiftlik balıklarına göre daha az ağır metaller içermektedir. Esasında çok hızlı üreyen sardalyalar maalesef denetimsiz balık avlanması yüzündenesillerinin tükenmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Bundan dolayı dünyanın birçok yerinde sardalyanın dönem dönem avlanması yasaklanmıştır. 

    Sardalyanın hem derisini hem de kılçıklarını yiyebilirsiniz. Genelde balıkların derilerinde tüm toksinler ve ağır metaller biriktiğinden derisiyle yenilmemesi tavsiye edilir ama sardalya bu anlamda diğer balıklara göre daha masumdur. Sardalya hem ufak oluşundan hem de çoğunlukla vejetaryen olup, denizdeki otları (yosunları ) yediğinden toksik birikimler diğer balıklara göre çok daha azdır. Yumuşak ve yenilebilir kılçıklarından da faydalanıp daha fazla kalsiyum alabilirsiniz. 

    Sardalyanın besin değeri de çok yüksektir.  İyi bir protein ve D vitamini kaynağı olmasının yanı sıra Omega-3 içeriği açısından da zengindir. Yani sürekli Omega-3 içeriğinden dolayı pompalanan çiftlik somonunu yemek zorunda değilsiniz!

    100 gram sardalyada 20 gram protein vardır. Peki 20 gram neyi ifade ediyor? Normalde bir yetişkinin ortalama protein ihtiyacı kilosu çarpı 0.8’dir. Yani 70 kilo birisiyseniz 70 x 0.8 = 56 gram proteine ihtiyacınız vardır. Tabii bu rakam hastalıklara, yaşınıza, yaptığınız spora ve diğer koşullara göre artabilir de azalabilir de. Yani 100 gram sardalyadan günlük protein ihtiyacınızın üçte birini ya da daha fazlasını sağlıklı bir şekilde karşılama şansınız çok yüksek. Kim demiş kansere yol açan protein tozlarından almak iyidir diye?! Eğer o yapay protein tozlarından kullanıyorsanız hemen, hemen, hemen bırakın derim. 

    Peki 100 gram sardalya kaç adet sardalya eder? Benim en sinir olduğum şey gramla bir şeylerin besin değerini vermek çünkü ben nereden bileyim 100 gram sardalya kaç adettir?!  Bu yazıyı yazarken hemen sağ kolum olan diyetisyen Pınar Doğan’ı aradım. O da bana “O zaman iş çıkışı balıkçıya gidip bakayım Hocam” dedi ve baktı da...! Büyük boy 30 gram iken küçük boy 20 gram imiş. Yani ortalama 25 gram dersek 4 adet sardalya eder. 100 gram sardalya merak edenler için 134 kalori. Kalori olarak da düşük.

    Sardalya aynı zamanda potasyum, fosfor, magnezyum,  selenyum, iyot ve B12 vitamini açısından da hatırı sayılır şekilde zengindir. Ehh bu kadar övmeye artık sardalya yemek ve çocuklara yedirmek şart oldu sanırım! Aman aman şaka yapıyorum! Ben hiçbir gıdanın reklamını yapmıyorum ve her zaman aynı şeyi savunuyorum; bir gıda diğerinden üstün değildir. Her şeyi kararında yemek en güzelidir. Bu deniz balıklarına sadece bir tane örnekti. Devamı da gelecek inşallah!

    DİKKAT: Sardalya alerjisi olanlar kesinlikle tüketmesinler. Ufak çocuklarınıza verirken yine de kılçığını ayıklamakta fayda var. Riske girmenin anlamı yok.  Büyüdükleri zaman isterlerse benim gibi kılçıklarıyla yerler.

    Herkese sağlıklı, bol enerjili güzel günler diliyorum.